30 Aralık 2011 Cuma

Kahrolmak hastalıktan

Adaçayı, nane limon, ıhlamur üçlüsü bile kesmezse ben 2012 ye hasta mı girerim?

Ben nereme iççem o biraları, tekilaları :(

27 Aralık 2011 Salı

Grip ve soğuk algınlığı Semptomatik tedavisinde .çdçsc.

Boynumdan başımın ortasına kadar uzanan inanılmaz bir ağrı, vücudumdaki tüm etleri sanki dün akşam vurmaktan çürütmüşler hatta o da yetmiyormuş gibi kerpetenle sıkıştırıyorlar milim milim. Her öksürdüğümde boğazımın bir parça eti kopuyormuş gibi hissediyorum. Sırtımda az sonra iki ayrılacak mışım gibi bir ağrı, şiddetini gittikçe arttırıyor. Kafam vücuduma nasıl ağır nasıl ağır anlatamam; sanki vücudum elli kilo, kafam yüz. Göz kapaklarım açılmamak için çok sağlam bir direnç gösteriyor. Burnum deseniz, akıyor mu akmıyor mu ayırt bile edemiyorum. Evdeyim bugün, çalışmıyorum. Ne mükemmeeeel. Keşke sağlıklı olsaydım da çalışsaydım.

24 Aralık 2011 Cumartesi

Tescillenmek ve Fransa İlişkileri

Çok sevgili kardeşim gerzekliğini bir kere daha tesciledi. Gelen mesajı aynen yazıyorum.

"Fransayla ilişkilerimiz Göteborgla eşleşince kozmetik alımı da durcak, loreal ve maybelineden ne alcaksan al 22 şubata kadar."

Ardından da şu mesaj:


"Eyvahlar olsun :(  loeralin cilt temizleme ürünlerini de alamıcaz."

Koyun can derdindee, kasap et.

Dipnot: Fransanının simgesi neden horozdur?

"Kendi ayakları bokun içindeyken şarkı söyleyen tek hayvan horozdur da ondan."

Eeee klavuzu karga olanın ayakları boktan çıkmazmış.

Sevgiler.

Nesin?

Uzay boşluğundasınız. Evreni komple görebildiğinizi hayal edin. Her şey ne kadar sakin değil mi? Yavaaaş yavaş hareket ediyor tüm gezegenler, yıldızlar. Parıl parıl parlayan güneşin etrafında dönüyor bazıları, bazılar kendi çevrelerinde; bazıları da sakince yerli yerinde. Her birinin farklı görevi var ve huzur içinde görevlerini yerine getiriyorlar.


(Tatlı bir not: 1930'da Plüton, var olan sekiz gezegenimize katıldı ve gezegen sayımız dokuza çıktı. Güneş Sistemi'mizdeki en genç ve minik gezegendi o ve en haylazları. 2006 da farkettiler ki Plüton'un belli bir yörüngede dönmüyor. Bazen dönüyor Güneş'in etrafında, bazen duruyor, bazen zikzak çizerek ilerliyor, yaramaz bir çocuk bizim Plüton. Sonra dünyanın bilim adamları oturup bi karar verdiler, bu olgun; ne yaptığını bilen gezegenlerin arasından Plüton çıkmalıydı. Çıkardılar.)

Tüm gezegenleri tek tek inceleyebilirsiniz; her birinin kendince bir sorunu vardır, kendince bir iç huzuru. Dünya'yı bakın, diğer dostları gibi o da kendi işinde gücünde, kendi etrafında dönüp gün dönümünü, Güneş etrafında dönüp yıl dönümünü tamamlamakla uğraşıyor. Açıyı biraz küçültünce Dünya içinde kıtaları görebiliyoruz, Asya'sından tutun Antartika'sına, hepsinin kendine göre bir yaşayışı, içinde barındırdığı ırkı, rengi var; hepsi kendi bölgesinden sorumlu; ara sıra gereklilikleri için anakarasının şeklini değiştiriyor, hepsinin farklı birer huzuru ve görevi var; onlara keza okyanuslar; okyanuslara bağlı denizler; akış yönleri, üzerlerinde barındırdıkları rüzgarlar, şartlar gereği gerçekleştirmek zorunda oldukları su hareketleri, hepsi kendine özgü ve hepsini birbirinden ayıran çok özellik var.

Bi kıta hayal edelim, Asya olsun hadi o da; (Kökenimiz Asya biliyorsunuz, Çin seddinin yapılma nedeni Türk akınları; Kavimler göçünün nedeni, artık Asya'da göl yahut verimli toprak bulamayan Türkler) Japonya'sı var, Moğolistan'ı var, Afganistan'ı, Ermenistan'ı, Türkiye'si var tüm ülkelerin farklı dili, dini, ırkı, kültürü, yaşayışı birbirinden farklı; siyasetleri farklı, sorunları farklı..

Ülkemizi hayal edin, Türkiye'yi; birçok ili var, o her bir ilin kendi içinde birer kültürü, geleneği göreneği var, konulara ve olaylara çok farklı bakış açıları var.

İzmir'desiniz. Birçok aile görebiliyor sunuz, zengin; fakir; ne geldiği yerler aynı ne kültürleri ne düşünce yapıları ne de semtleri.

Çok olmasın hadi iki kişilik bir aile hayal edin, siz kendi anneniz, babanız kardeşinizle görüş ve fikir ayrılığına düşüyorsunuz, her ne kadar birbirinizi anlamaya da çalışsanız, sizdeki hücreler, duygular, yaşadığınız deneyimler, ruh haliniz asla birbirinizi tam olarak anlayamamanıza neden olur. Siz herşeyinizi ele aldığınızda mutlaka bir yanınızla evrende yapayalnızsınız. Kimsenin sizi herşeyinizle anlamasını ve size arzu ettiğiniz gibi yaklaşmasını tam olarak sağlayamazsınız; çünkü, farklısınız.

Şimdi genele döndüğümüzde uzay boşluğundan kendinizi görmeye çalışın, sorunlarınızı, dert ettiğiniz şeyleri bulmaya çalışın; zengin de olsanız fakir de olsanız, en bilgilisi de olsanız insanların, en delisi de; görüp görebileceğiniz herşey içinde ne kadar yer kapladığınıza bir bakın.  Son koyduğum nokta kadar var mısınız?

Varlığınız ve yokluğunuzun fark bile edilmediği bir haritadasınız, kapladığınız yer ve zamanı üzülerek, canınızı sıkarak harcamayın. En küçük nokta kadarsınız ancak, bari içini doldurun.

Sevgiyle kalın.

N.


Ben hala en çok Plüton'u seviyorum.






10 Aralık 2011 Cumartesi

Rezervuar Kanişleri




Uzun zamandır aklımda ama bi türlü yazma fırsatı bulamıyorum, kendi kendime kafamda döndüre döndüre konunun birkaç ana hattını unuttum bile. Hadi yazayım –Ya bi dakka şu sayfa bitsin, baksana Stepan geldi Anna’nın yanına; yazık ya kadın ölcek.. cart curt bir haftadır ertelemelerle bu hale geldim işte.

Konak’ta bi Tiyatro binamız vardı, bilenler bilir. Tadilata girdi burası, ben diyeyim 4 siz deyin 5 yıl önce ve bana o tadilat o kadar uzun geldi ki, şöyle rahat bi on yıl sürmüş gibi hissediyorum. Tadilat sırasında oyunları karşı solda kütüphane binasının yanındaki binaya aktardılar “Melek Ökte Sahnesi”, küçükken kütüphaneye gelince hep merak ederdik ordaki kapının ardında ne olduğunu; çünkü genelde zincir vurulmuş şekilde dururdu, belki de bana hep öyle denk gelmiştir bilemem. Gel zaman git zaman bi oyun çıktı. “Rezervuar Kanişleri” Allah dedim, Hakan Boyav sahnelendiriyo, gidilmez mi? Oooo hem de ne biçim gidilir. Ben, annem ve çok sevgili :D kardeşim gittik oyuna, tabi biletleri bedava veriolarmış gibi hıncahınç dolduğu için İzmir’deki sahneler; hepimiz farklı yerlere oturmak zorunda kaldık.

Oyun bi başladı, dağıldım. Coconut-Harry Nilsson (uzun araştırmalarım sonucu oyundan çok daha sonra öğrendim :D) çalıyor. Zangır zangır; Yarabbim bu nasıl bir tınıdır bu nasıl bi kendini bilmezce yapılmış  şarkıdır. İnsanı, uzay araçsız; uzaya gönderiyo, o derece bayılıyorum şarkıya. Yerlere yattım oyunda gülmekten, annemi de gözetliyorum göz ucuyla acaba nasıl bi tepki vercek fütursuzca gülmeme diye ama nafile :D tepki mepki yok; demek neymiş, tanıdık insan arasında ağzını burnunu doldurarak gülmeyecek mişsin.

Oyunun etkisinden nerdeyse bir hafta kurtulamadım, sonraki ay bir de ne göreyim; oyun yeniden sahnede. Toplamda o yıl 3 sefer gittim oyuna (Ertesi yıl bilmem ne kararıyla oyunu gösterimden kaldırdılar, çok hayalim vardı; çok arkadaşıma seyrettirecektim oyunu ama olmadı. ) artık profesyoneldim, birçok replik kazınmıştı beynime. Kesinlikle gitmenizi tavsiye ediyorum, tabi bi daha oynarsa…

Bir Quentin Tarantino filmi olan  Rezervuar Köpekleri’nin yarısından sonrasının yeniden yazılması gibi bir şey olmuş oyun(Filmi de oyundan sonra izledim ha :D ), hani sağ kalanların bir araya geldiği sığınaktan sonrasının devamı, neyse burada üç karakter vardı Sarı (Şuayip Ünsal), Lacivert (Musa Zindan) ve Pembe (Fatih Paşalı). Bir ara Sarı konuşuyordu ve birinin telefonu çaldı. Sarı da repliğe melodiyle devam etti.

Hayatımın şu noktasına kadar izlediğim en iyi ikinci oyundu bu. İlki kesinlikle “Ben Anadolu” onu da şiddetle tavsiye ediyorum.

Şu sıralar Ankara’da olmak istiyorum. “Bir Delinin Hatıra Defteri”ne gitmek için. .



Tüm Rezervuar Kanişleri ekibine, geç de olsa teşekkür ediyorum.

Sevgiyle kalın.






             
                                                   

9 Aralık 2011 Cuma

Sarp ve Kaya Akkaya'ya Mektup



Bi kız kardeşim var biliyorsunuz, onun için yapamayacağım şey mevcut değil; dünya üzerinde beni onun kadar iyi anladığına inandığım bir tek şahsiyet bile yok. Henüz bu hislerimden emin olmadığım dönemlerde, hani havada yumrukların uçuştuğu dönemlerin bitiş aşamalarında, kardeşim de o ortamdayken biri bi soru sordu "Ölecekler ve üç kişiden birini kurtarma hakkın var, kimi kurtarırsın? -kardeşin, eşin ve çocuğun" O yaşın verdiği salaklıkla ve çocuk deyince aklıma hemen minicik bir bebek gelmesi; haliyle ona kıyamamam sebebiyle çocuğum dedim. Kardeşimin gözlerinde hala unutamadığım bir hüzün belirdi ki anlatamam. Olayın üzerinden çok zaman sonra kardeşim geldi ve bana; "O soruyu önce bana sorsalardı ben kardeşim derdim." dedi. Anlatmaya çalıştım ama nafile.


Bi dizi vardı bilir misiniz bilmem "Bizim Aile", hatta Mine Çayıroğlu'nun varlığını ilk defa o diziyle öğrenmiştim ve sanırım Toprak Sergen'in de.(DipNot: Orhan Veli'yi çok severim ve şiir okumaya bayılan bir insanım, onun şiirlerini de yüksek sesle okumuşluğum çoktur. Küçükken bi şiirine beste yapmıştım kendimce, hala bayılıyorum o besteme :D. Bigün o şiirin bestesiyle albüm yapmayı hayal ederdim küçükken, hem de çok. Şiir: "Pireli Şiir"di. Öğreniyorum ki Toprak Sergen benden önce davranıp çıkardığı albüme kendi bestelediği Pireli Şiiri koymuş, çok severim kendisini ama çok gıcık olmuştum o albümü benden önce çıkardığı için hatta fikrimi çaldığı için.) Hangi kanaldaydı dizi hatırlamıyorum ama okuldan eve koşarak gelirdim diziyi kaçırmamak için. İkiz kardeşler vardı, isimlerini isimlerini unuttum fakat görüntüleri beynime işlemiş vaziyette; biri gözlüklü biri gözlüksüz, gerçekte de ikizlermiş. Gözlüklüyü de çok severdim ama gözlüksüze hastaydım, kardeşiyle ikisinin sahnesi gelsin diye dua ederdim; bazen hiç oynamazlardı ve büyük hayal kırıklığına uğrardım.


Geçtiğimiz sezon bi dizi vardı artık bunu hepiniz bilirsiniz, Ezel. Bi karakter var, Tefo. Ay Yarabbim, o nasıl bir şey öyle? Kaşı, gözü, saçı, sakalı; mehvetti adam beni mahvetti. Çok entrikalı bi senaryosu vardı dizinin biliosunuz, her an her şey olabilirdi. Ben de her pazartesi akşamı;  Tefo ölmesin diye dua eder ve oturudum tv'nin karşısına; çünkü senaryo sakat -Nitekim Tefo ölünce Ezel de bitti benim için, sadece son bölümünün son on dkkasını izledim daha sonra-. Adam mükemmel bir şey, deli cesareti var ve onun o hüznü insanın içini kemiriyor. Ah bi benim olsa dediğim çok olmuştur ama ne yapacağımı bilemezdim öyle bi adamı, sevgili yapsan olmaz; insan kıyamaz yanlış bir şey söyler kırarım o minik kalbini, uzaklaştırırım kendimden diye; en iyi yol onu abin yapmak. Ki ben öyle abi hasretine uzak bir insan da değilim hep çekmişimdir bu gereksiz, abisizlik acısını.


Gelelim bugüne. Bişeylere bakıyodum, ne olduğunu hatırlamıyorum bi anda Sarp Akkaya çıktı karşıma. Neeeeeeeeeeeeee! Yanındaki kim biliyor musunuz? Benim henüz 7-8 yaşlarındayken deli olduğum gözlüksüz :O Ağzım burnum birbirine karıştı sevinçten çünkü adamın ne adını biliodum ne dizinin ismini hatırlıodum ne de (Gerçi pek tv izlemiyorum, nerdeyse 17 yaşımdan beri takip ettiğim tek diziydi Ezel) tvde görebiliyorum kendini. Bir doldu gözlerim, bir sevindim ki anlatamam. Bütün çocukluk anılarım dizildi gözlerimin önüne. Sonra bi an düşündüm bunun Sarp'ın (".. insanlar hem sizi o zannediyorlar, hem de onunla çok yakın arkadaş olduklarını sanıyorlar" Gibi bir söz söylemiş kendileri, bakınız en yakın örnek burda. Ayıklanmayı talep ediyorum. Geç de olsa varlığınızdan çok önceden haberdar olduğumu öğrendim sonuçta :D) yanında ne işi var? İki araştırmayla ne çözdüm bilio musunuz? Meğer Sarp Akkaya benim gözlüklüm müş, yanındaki de Kaya Akkaya yani ikizi, yani gözlüksüz. Bi günde bi insanın bu kadar üstüne gelinmez ki kardeşim, kalbime mi indirceksiniz siz benim?

Bi insan hiç mi değişmez? Daha 7 yaşında hayran olduğu karakterin, görüntüde her bir zerresi değişmiş olsa bile gidip 24 yaşında yine aynı karaktere mi hayran olur, hem de o olduğunu bilmeden.  O zaman Uğur Yücel’i komple değiştirip 20 yıl sonra önüme koysalar ben gene onun mimiklerine, ses tonuna, oyunu hissederek oynayışına hayran olacağım öyle mi? Sarp Akkaya, doğruluğundan emin değilim ama bi yerde sevdiği müzisyenleri saymış, arasında Eren Kazım Akay’da vardı :D Yok artık, bu adamın varlığından haberdar olan tek insanın ben olduğumu sanıyordum :D Bak bak bi de MFÖ var :D Orta okulun sonuna kadar bu MFÖ yü ben de tek kişi sanıyodum, canını sıkma Akkaya yalnız değilsin.

Ne biçim kıskandım, ikiz olmanın bambaşka bir şey olduğunu söylüyorlar. Ben de kardeşimle ikiz olsam ne  mükemmel olurdu; büyüyene kadar hep döverdim onu :D

“Sarp A.:Eskiden olsa tartışmalarımız kavgaya giderdi. Ama yaş büyüdükten sonra...
Kaya.A: Kavga bitmezdi hatta. Sen beni ısırırdın, konu kapanırdı.”

Bizde de böyle oluodu di mi lem? Şişman Rambo! :D

Çok mu karıştırdım naptım bilmiyorum ama bir sürü duyguyu aynı anlarda hissedince demek böyle oluyor.


Gelin İzmir’e, bize de bir oyun oynayın da gönlümüz şenlensin.




Biricik kardeşime,

Sarp ve Kaya Akkaya’ya kucak dolusu öpücükler.

Sevgiyle kalın.

N.






8 Aralık 2011 Perşembe

Makyaj Günlüğü

Bak bak, bi site varmış, bakımlı yapa biliyomuş insanları yeni yıla girerken. Benim bu üşenciliğimi kim paklar beee :D


 http://bit.ly/ssHKFV
Tıklayın ve hediyeleri kazanma şansı yakalayın.


REKLAMA GEL :D

5 Aralık 2011 Pazartesi

Sana Dönüyorum

N.Öztürk'e aittir.


                                     Ben bu dünyanın devri devranını, izzeti nefsini sikeyim.

Dön Bana!

Daha dün, geçen haftada değil miydik? Ondan önceki gün harcayabileceğimiz en az parayı düşünerek piknik alanına gitmiyor muyduk? Geçen hafta Eskişehir'de değil miydik hatta Efsad'da hatta Tolga Akmen'le arkadaki masada oturup Erdem (Çetinkaya) Hoca'ya ne kadar bayıldığımızdan söz etmiyor muyduk? Ondan bi önceki hafta da Şakir Hoca ve Gülsen Hoca'yla Trabzonda değil miydik? herkes yürüyerek çıkıyordu zirveye biz arabayla.. Bak Trabzon'dan bi önceki hafta da bizim ordaki ormanda; ben, kardeşim, kuzenlerimiz Musti ve Yaşar'la unutulmayacak bir orman yolculuğu yapmıyor muyduk? Yağmurlu ve buz gibi bir havada, ben henüz 10 yaşındayım, yaşar 8 kardeşim 6 ve Musti 5...


Ne kadar hızlı geçiyor zaman di mi? Ardından mı koşuyoruz yoksa o mu bizi kovalıyor kaçmamız için bilmiyorum, tek bildiğim çok süratli ve hissettirmeden geçtiği...

Tutup bana biri zamanını değerlendirmeyi bilmiyosun falan demesin şimdi, gayet de iyi biliyorum. Tamam dünya için pek bi boka yaramıyor olabilirim belki çevremdekiler belki kendim için de işe yarayan bi bok değilimdir ama zamanımı olabildiği kadar verimli değerlendirmeye çalışıyorum. Bazen dünyayı durdurmak için rahatsızlık verecek tüm sesleri kapatıyorum, sessizce bi köşeye oturup kapatıyorum gözlerimi, dünyayı durduruyorum. O an hiçbir şey hareket etmiyor evren üzerinde.... duruyorum; evren da duruyor, duruyorum; evren de duruyor.. sonra üzülüyorum insanlara, ne de olsa herkesin mutlaka yarım kalan bir şeyleri var; bitirmeye zamanlarının olmadıkları ya da cesaretlerinin, bitirmek isteyip hep kendinden kaçtıkları işleri var; şans veriyorum onlara yarım kalanları bitirmeleri için ve açıyorum gözlerimi, dönüyor dünya. Ben bir daha etraf sakinleştirip gözlerimi kapatana kadar deli gibi dönüyor, ben de koşturup giden zamanın ortasında sessizleştireceğim birkaç dakika bulana kadar koşuyorum, bulduğumda yeniden durduruyorum onu; kendime; insanlara; dünyaya bakıyorum; değişen yıpranmış vücutlardan, körelmiş hislerden başka birşey var mı diye.. Yok, bir şans daha vermek istiyorum ve açıyorum gözlerimi yeniden.

Dünya bana sesleniyor;

-Tatlım!...............   Sana dönüyorum.

3 Aralık 2011 Cumartesi

Ustata - Male Male

Müziğin tınısına bak, mükemmel.





Ben buna fotoğraf videosu çekerim ha :D

1 Aralık 2011 Perşembe

Bu ne biçim hikaye böyle?



Abi böyle bişey yapılır mı, benzin döküp adam yakılır mı ya?



.

25 Kasım 2011 Cuma

Gelecek de birgün gelecek.

Ne garip di mi hayat? Hep var olacağını düşünüyoruz hayatımızdaki şeylerin, insanların hep yanımızda kalacağını; gözümüzün önünde olacaklarını; onlardan her daim haber alacağımızı düşünüyoruz, Yahut en sevdiğimiz kalemimizin bigün kırılacağını hiç düşünmüyoruz misal. Hiç ölmeyecek gibi yaşıyoruz. Hiç ayılmayacak gibi içiyoruz di mi. Ayılınca da hiç sarhoş olmayacak gibi hissediyoruz.


Yitirilmiş canlı cansız her şey ne kadar kolay unutuluyor, nasıl da kısa sürede alışılıyor onlarsız bir yaşama. Nasıl nankör insanoğlu..

Hiiiç unutulmayacak anılar unutuluyor, hayattan hiiiç çıkarılmayacak sanılan insanlar çıkarılıyor, karış karış bildiğiniz; sevdiğiniz şehirler efsane olmaktan bile uzak kalıyor size, öyle yabancılaşıyoruz geçmişimize nasıl bir hızla uzaklaşıyorsak ondan artık aklımızın kıyısını bile doldurmuyor varlığı.

Anlayacağınız çok berbat bi dünyada yaşıyoruz, iki ucu boklu değnek. Geçmişle yaşasan; her türlü (iyi ya da kötü anılar) bunalımdan çıkamazsın, Unutsan geçmişi; onca canlı cansız varlığa ihanet etmiş olursun.

gtrhg
TNRTY
nG
nUY
kUI
G
Bf.
.

23 Kasım 2011 Çarşamba

0,8

Bak aklıma ne geldi.

Benim çok sevgili bi kardeşim var biliosunuz ki, 0,8. Sevgilisi de Stefan.

Aralarında geçen bir olay var.


0.8'in ağzından olay:

Biliosun abla Stefan Berlin'de okuyo. Onun yanına gittim bak taa nerden nerelere.. Neyse sabah kahvaltı hazırladım buna ama sofrada bi kuş sütü eksik, bu da bilgisayarın başında Wow oynuyor, yanına gittim;
-Kuşum kahvaltı hazırladım hadi gel
-Tamam
(Bekliyorum gelen yok, yeniden gittim yanına)
-Hayatım kahvaltı hazır
-Hıhı
(Hala bekliyorum)
-Aşkım hadisene..
-Tamam
(Sinirleniyorum ve yeniden gidiyorum içeri) Bağırarak;
-Nefis bi kahvaltı hazırladım, iki saattir sen bekliyorum, her şey soğudu, buraya kadar gelip sana kahvaltı hazırlıyorum umurunda bile değil, sen zaten beni umursamıyosun  vs.vs.vs.vs.vs.vs.vs.v.s.......
Bunun üzerine Stefan'da bağırarak;
-Ne bağırıyosun bee, git kendin yap kahvaltını.

Kardeşimin uzun zaman önce bana anlattığı şekliyle olay buydu. Ama geçenlerde Stefan'la sevgilimi konuşurlarken duydum, bu olaydan söz ediyorlar.

Stefan'ın ağzından olay:

0.8 yanıma gelmişti, sabah Wow oynuyorum deli gibi bi savaşın içindeyim, bu birden geldi bağırmaya başladı hiç bişey yokken, bi bok anlamadım neden bağırıyo bu diye düşünürken savaşımı böldüğü için ben de ona bağırdım;

-Nefis bi kahvaltı hazırladım, iki saattir sen bekliyorum, her şey soğudu, buraya kadar gelip sana kahvaltı hazırlıyorum umurunda bile değil, sen zaten beni umursamıyosun  vs.vs.vs.vs.vs.vs.vs.v.s.......
Bunun üzerine Stephan'da bağırarak;
-Ne bağırıyosun bee, git kendin yap kahvaltını.(İçimden;Savaşımı yarıda böldün, ne baaarıyon)

18 Kasım 2011 Cuma

Eşki sözlük yazarına "Dine hakaret davası"

Bu haberleri okudukça sinir krizleri geçiriyorum, nasıl normal şeyler yazcam ben?

Habere bak şimdi; http://www.odatv.com/n.php?n=eksi-sozluk-yazarina-dine-hakaret-ettin-davasi-1711111200 adamın biri ekşi sözlükte "din saçmalığı" diye bir isim atmış ortaya anladığım kadarıyla, sonra hükumet buna 9 ayla 1,5 yıl arası hapis istemiyle dava açmış. Gerzekler! Dünyadaki tek din onlara ait sanki.

Gazeteciyi sustururlar, araştırır; bilir; yazmak ister özgürce bildiğini; aydını sustururlar, sürükleme kapasitesi vardır insanları peşinden, o da araştırır; askeri sustururlar, eğitimli, akıl yürütebilir ve istendiği an vatanı için canını verebilir. Anlarım hükumeti, çünkü bu adamların susturulması insanları koyun yapabilmenin en mantıklı yoludur, kaldı ki bu adamlar susturulursa insanlar farketmeye bilir, işi yoktur genelde bu adamlarla insanların. Fakat kendi aralarından biri giderse fark etmeleri belki de isyan etmeleri gibi bi olasılık var. Bu adamlar nasıl bu denli kendilerine güveni sağlamışlar bakar mısınız? Milletin kılını bile kımıldatmayacağından nasıl da eminler, nasıl göğüslerini gere gere istedikleri her haltı yapabiliyorlar..

Nasıl bi milletiz biz? Kendilerinden olmayanın canına okuyolar diye hepimiz onlardan olana kadar beklicez mi?

Gururumuzu, Özgürlüğümüzü, Atamızı ezdiriyoruz. Daha istiyor musunuz durmadan devam etmelerini?

Tümgeneral Mustafa Bakıcı, İnternet andıcı davasından yargılanacakken firar etmiş, Rusya'da falanmış haberlere göre, interpolle aranıomuş. -Kurduğunuz hükümdarlığı devam ettirceksiniz diye daha neler yapaçaksınız kimbilir?- Adamı interpolle aratıolarmış, şaka gibi. Helal olsun adama, en doğrusunu yapmış.

Bak bak, aman okumasınlar sonra maazallah beni de atıverirler hapse.

Allah topunun belasını versin.
Sevgiyle kalın.

15 Kasım 2011 Salı

Ulusa!

Ülkemi güya yöneten hükumetle ilgili aslında uzun zamandır süregelen bir memnuniyetsizliğim var. Bu memnuniyetsizlik şu sıralar ayyuka çıktı.

Biliyorsunuz ki ardı arkası kesilmeyen şehit haberlerinden sonra birkaç hafta önce Van'da deprem olduğunu öğrenmiş ve vatan olarak seferber olmuştuk, evini kaybedip soğukta üşüyen; yiyecek bir lokma yemek bulmakta zorlanan yurttaşlarımız için. Biraz olsun vicdanımızın rahatladığını hissediyorduk, ta ki yardımlarımızın yağmacıların vs ellerinde olduğunu öğrenene kadar. Hiçbir erek olmadan, boku bokuna şehit düşen vatan evlatlarımıza "Yan gelip yatanlar" diyen, oy toplayamadığı için bizi gavur ilan eden hükumetin gözüne kulağına zeval geldi herhalde ki ulaşmayan yardımlarla ilgili çıkıp tek kelime etmiyorlar. Biz çoktan anlamıştık zaten de gavur olmayanların da, hükumetin insan hayatına hiç mi hiç değer vermediğini anlayacaklarını umuyoruz(?).

Her şeyden geçtim. Atam'ın ölüm döşeğinde bile kutlanmasını arzu ettiği Cumhuriyetimiz'in yıl dönümünü kutlamayacak, ardından Yılmaz ÖZDİL'in dediği gibi;  http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19252191.asp Vahdettin'i anma töreni düzenleyecek cürreti nasıl verdik ellerine? İçime bir şey yapamamanın acı öyle bir çöreklendi ki anlatamıyorum..

Bilmem kaç tane fikri hür yazarımız, aydınımız içeride, bilmem kaç tane; vatanımıza senelerce hizmet etmiş askerimiz içeride. Sebep? Hükumet arzusu. Henüz birkaç gün önce Kaşif Kozinoğlu'nu kaybettik. Hiram Abas cinayetiyle hiçbir farkı yok bana kalırsa, ha afedersiniz var tabi birinin faili meçhul ötekinin apaçık...

Üç maymun rolünü tüm layıkıyla yerine getiren çok sevgili hükümetim(?)i anlıyorum. Komünist bir ortamda değiliz, zaten hiçbir şekilde böyle birşeyin gerçekleşmesi ne Türkiye'de ne de başka bir ülkede mümkün bile değil. Komünizm tamamen bir ütopya; çünkü insan oğlunun içinde daimi bir hırs vardır az ya da çok. Para kazanma hırsı, yükselme hırsı, itaat edilme hırsı vs vs.. Biz halk olarak hükümetimizde bu erdemler(?)in hepsinin var olduğunu biliyoruz. Peki neden biz de hükümetimize özenip üç maymunu oynuyoruz? Onlara da çok yakışmıyor mu sizce? Gözümüzü, kulağımızı, ağzımızı açmamız için her birimizin ailesi birer şehit mi vermeli?

Rahatsız olma, lütfen uyu Türkiyem.
Bir sabah gözünü Osmanlı'da yahut Recepli Devleti'nde açmaman dileklerimle.
Sevgiyle kal.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Kaç Leva kaç?

Benim bi kardeşim var biliosunuz. Sidik yarıştırıyoruz şu aralar. Evet yarıştırıyor muyuz, yarıştıralım; başla.. gibi bi diyalog olmadı ama ben aramızdaki gizli rekabeti biliyorum. Güya beni geçecek, haspam. Kimi, nerde geçiosun, geçtiğin insan kim biliyor musun? Böyle hırslarla bana gelme sevgili kardeşim, anamı da alır giderim bak. Aklını başına devşir.


Deyvit'i anladık da kız kaç Leva? Satın almak istiyorum 30 leva yeter mi?

Allahımmm, kendimi seviyorum, nasıl dalga geççem bununla diodum, nasıl zekiyim ya, nasıl da çıkardım espriyi hemen.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Büyüksün Blogger

Sevgili kardeşim geçenlerde bi gönderide bulunmuş, Asansög (r yazamıo sanki salak :D). Ben bunun bi kitaptan falan alıntı olduğunu düşünüyorum tabi, en son Dostoyevski-Budala'yı okuyordu. Allah allah diyorum o devirde asansör yoktu bi kere, o kitap değil heralde; Olaslıksız'ı var bunun bitirdi kitabı ama ben elimi bile sürmedim; ondan muhtemelen, modern çizgileri var çünkü diyorum.


Onca düşündüm, meğer kendi yazmış gerzek :D Bikaç gündür hadi yayınla da okuyayım diye yalvarıom kıza resmen. Nasıl sürükleniyorum nasıl, anlatamam.


1- http://sifirondasekiz.blogspot.com/2011/09/asansogg.html

2- http://sifirondasekiz.blogspot.com/2011/11/asansogg-bolum-2-ofis.html

3- http://sifirondasekiz.blogspot.com/2011/11/asansogg-bolum-3-araba.html

4- http://sifirondasekiz.blogspot.com/2011/11/asansogg-bolum-4-havaliman.html

Devamı gelecekmiş..

Not: Blogger'a sevgilerimi gönderiyorum, o olmasa kardeşimin böyle bir yazma yeteneğinden haberim olacaktı ama bu denli değil :D Eeee ablasının kardeşi :P

5 Ekim 2011 Çarşamba

Back to Black


30 Eylül 2011 Cuma

21 Eylül 2011 Çarşamba

AAAAAaaaaaAAAAA

Şu sıralar Abimlerin evine doğru yürüyen kardeşim az önce benim yanımdaydı.

-Len blogu okudun mu :D (ben)
-Okudum allaan gerizekalısı, ne kötülüon beni len?
-Daha çok şey yazcaktım da vs. vs. acıdım.

16 Eylül 2011 Cuma

Kendini bilmek

Üç aylık dedikodumuzu yapmış bulunmaktayız.

Gençlik! Kendini bilmek kadar mühim bişey daha yok. Hatta bir sözü var Yunus Emre'mizin "İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir..." diye devam eden. Rütbeniz ne kadar yüksek olursa olsun, kazandığınız para, tanıdığınız insanlar, gezip gördüğünüz kültürler ne kadar fazla olursa olsun. İsterseniz Cumhurbaşkanı olun en mühim devletin, isterseniz Bil Geyts vs vs çok geniş tutulabilir olacağınız şeyler ama kendinizi bilmediğiniz sürece, söylediğiniz sözü, sergilediğiniz davranışı bilerek gerçekleştirmediğiniz sürece birer HİÇSİNİZ.

Yaptığınız ya da yapmadıklarınızın hakkını verin lütfen, olmadığınız gibi davranmak size hiçbir şey kazandırmaz aksine gülünç duruma düşersiniz. Bu da sorun değil fakat düştüğünüz durumun farkında olmayışınız sizi gittikçe küçültür. Yapmayınız.

Hiç kimse sizin ne olduğunuzla, neyi ne kadar bildiğiniz, neyi ne derece iyi yada kötü yapa bilidiğinizle ilgilenmez.
Herkesin kendi hayatı var, ona ne sizden.

Bitti.
Dağılın.

14 Eylül 2011 Çarşamba

İşler dedim, gidişler dedim..


Vlat geldi. Sa:00:00 itibariyle normal hayatıma dönebilirim.

Gidelim Splintır.

13 Eylül 2011 Salı

Zaman kavramı kalmadı

Ve bügün işkencemiz bitiyor. Aksilik olmadığı takdirde Vlat bir sürpriz yapıp bu akşam kucağımızda olacak.
Ne çok özlemişim..

Annem hep "insan kuş gibidir." der, küçükken anlam veremezdim, eğer kuş gibi olsaydık istediğimiz zaman istediğimiz yere gider orda istediğimiz kadar kalır vıdı vıdı vıdı zırvalardım. Sürekli isteyerek olmasa bile birgün dünyanın bir ucunda diğer gün de diğer ucunda olabiliyoruz. Bulunduğumuz konumdan bir başka yere gidince sanki yıllardır seyahate geldiğimiz yerde yaşıyormuş gibi hissederiz geri geldiğimizde de hiç gitmemiş gibi. İnsanlar, şehirler, tarih kokan nesneler hepsi ama hepsi hafızamıza kazıya bildiğimiz kadardır ya da fotoğraflara. Akıp giden zamanı kimse durduramıyor, annemin fotoğraflarına bakıyorum, babamın, kardeşimin.. İyi bir şey mi bilmiyorum ama okuldayken geçmeyen zamanı artık durduramıyorum, yalvarıyorum resmen durması için ama nafile. Bazen, şu sıralar sürekli kafama takılan zamanının hızlı geçmesi düşüncem nedeniyle kendimi bir anda kırk yaşında bulacağım diye korkuyorum. Ha ebet bi gün yaşlanacağız ama n'olur en azından çalıştığım saatler dışında yavaş geçsin şu zaman. Bu kafa patlatmalarımın sonunda zaman kavramının göreceli olduğu konusunda kesin kanaat kıldım.

Vlat!
Hadi gelin bügün de gidelim.
Ben limonlu içmem ama.

11 Eylül 2011 Pazar

10 Eylül 2011 Cumartesi

Mazhar Alanson- New York Sokakları-Jazz 5

. Vlat'a. . Seni çok özledim.

9 Eylül 2011 Cuma

Nasıl Anlatsam

Bilmem ki nasıl anlatsam
Nasıl size derdimi.
Bir dert ki yürekler acısı
Bir dert ki düşman başına
Gönül yarası desem
Değil!
Ekmem parası desem
Değil!
Bir dert ki..
Dayanılır şey değil.

Orhan Veli Kanık

8 Eylül 2011 Perşembe

İstikrarsızlık

Elalem nasıl istikrarlı yazıyo arkadaş.. Hem paylaşım sıklıkları hem yazıların ana fikirleri nasıl da sürekli bir uyum halinde. Bana bak, ne yazdığım bile belli değil. Ama çözdüm; ben kendimden başkasına yazmıyorum, hep geleceğim için bu birikimler. Büyük ben olgunlaşınca, şimdiki üzüntü ve sıkıntılarımın anlamsızlığını çözünce; hem okusun; nasıl yavaş yavaş piştiğimi görsün hem de gülmekten ölsün diye :D

Niye beni kimse okumuyo, niye kimse yorum yapmıyo diye üzülüyorum bazen. Yazmaz tabi adam; sen ona hitap etmiyosun ki kendi kendine konuşuosun.

Vlat'a -9 gün kala.
Ne biçim özledim.

Muamma

Abim! Yalnız seçme hakkını size vermiyor Ekrem; kendi seçiyor.


Kendinizi bildiğinizden beri hayran olduğunuz bir varlık düşünün. Ben düşündüm, Ekrem Habiboğlu. Yanında içmeyi, susmayı, konuştuğumda kelimelerimin değerini, sabrı ve vücudu korumanın önemini(pek yapamasam da)öğrendiğim, malesef abim kategorisindeki olağanüstü şey. Bakınız kelimeler anlatmaya yetmez böyle yaratıkları; kalbindeki samimiyeti ağzının değil gözlerinin gülüşünden anlarsınız. Ne olursa olsun mutlaka istersiniz sizin olmasını ama abiniz olarak mı, arkadaşınız olarak mı yahut sayabileceğiniz tonla şey olarak mı bilmem. Her görüşümde onu, abim gelmiş diye atlayıveresim gelir kucağına çoğu zaman yaparım da. Bunla bi evlensem diye düşünmemiş miyimdir, e tabiki insanlar kahramanlarıyla evlenmeyi her şeyden çok ister ama şuna dikkatimi çekeyim; bu adam öyle bir abi ki, başka hiçbir şeyiniz olsun istemezsiniz. Sonsuz güven doludur(etrafımdaki mühim olan hemen herkesi tanımasına rağmen en büyük sırrımı ona taşıtırım), sonsuz sakinlik ve sonsuz sabır. Hayatımda onun gibisini tanımadım, tanıyacağımı da hiç mi hiç sanmıyorum. Bi kız vardı benden bir yaş küçük Ekrem Abimden de beş; bi gün oturuyoruz "Sana Ekrem diyeyim mi?" dedi, normalde abi derdi; Ekrem Abim de "Abiyi aradan kaldırmak çok şeyi değiştirir, lütfen Abi de bana; daha çok hoşuma gider" diye cevap verdi. Neden bilmiyorum hayatımın şahit olduğum en büyük cevaplarındandır. Doğrudur; bir abi eksikliğini delice bir hüzünle duyuyorum; Ne Abim ne de Ekrem Abim dolduramıyor bunu; yanımda değiller çünkü; beni tanıma olanakları yok, kendimi en düzgün şekilde anlatamıyorum onlara.. Nasıl acı veriyor abisizlik insana, bir bilseniz. Bi abin mi eksik kaldı diceksiniz ülkenin bu berbat halinde, Afrika'da milyonlarca minicik yavru malesef açlıktan ölürken; sana bi bu mu acı veriyor? Değil, keşke ağızıma attığım her lokmadan o yavruların da karnı doysa ya da keşke onların o küçücük bedenleri yerine benimki yok olsa..

Çok kötüyüm bu sıralar, evrendeki en küçük noktadan bile küçük olan sözde sıkıntılarım, ülkemin değiştirilen ve hiçbir şey yapamadığım düzeni(?), ŞEHİTLERİM, elimin yazmaya bile zor gittiği minicik bedenler, her gün erkekler(?) tarafından öldürülen kadınlarım, dünyanın her biryerinde hergün Türk ismimi lekeleyen hayvanlar ve abisizliğim nedeniyle boğuluyor gibi hissediyorum. Bu çaresizlik sanırım mahvedecek beni.

Bi ekrem lazım bana abilik yapacak, ülkeye düzen getirecek, orduya cesaret verecek, tüm merhametiyle dünyanın bütün yemeklerini ve bütün sevgisini o yavrulara ulaştıracak, gücüyle kadınları koruyacak ve onlara özgürlüklerini verecek, kendini bi bok zanneden; kadınlara el bile kaldıran hayvanlara ne yapacak bilmiyorum ama bi şekilde icabına bakacak.

"Tanrıların insanı kendine oyuncak diye yarattıklarına inanasım geliyor" Eflatun

Seni seviyorum Ekrem Abi.
H. Seni ondan daha çok seviyorum, hatta herşeyden çok.

Kardeşiniz ve Ablanız
N. ÖZTÜRK

4 Eylül 2011 Pazar

gvgnhffffffffgjn

Vlat! N'olur gel artık. Çok özledim seni.

Ölmek istiyorum ölmek. Aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa. dsnaTmcehjxwOenruuvLnytq3G4ymxöcAhfnuxrAöearhKvneuMcxmeEsjkxöNsdfEkfdıjdSkvjıgvdfEsncvVydvbG5edcfdsuxcjİxzkjjösdıLufmhdEysnRcvydLshfvdEjgkfdj

1 Eylül 2011 Perşembe

28 Ağustos 2011 Pazar

Kadın gibi davran- Erkek gibi düşün

Bir kadının tümüyle tatmin olması için dört erkeğe ihtiyaç varmış, biri yaşlı; biri çirkin; biri mandingo ve biri de eşcinsel.


Tavsiyen için teşekkürler.
Sevgiyle kal Kendimden Hikayeler

N.Ö.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Kürk Mantolu Madonna - Sebahattin Ali




Hiçbir kadın, ihtiras halindeki bir erkek kadar aciz ve gülünç olamaz. Buna rağmen bu hallerini bir kuvvet tezahürü zannedecek kadar yersiz bir gururları vardır.

Kürk Mantolu Madonna-Sabahattin Ali

23 Ağustos 2011 Salı

Kürk Mantolu Madonna - Sebahattin Ali




Etrafını bu kadar iyi tanıyan; karşısındakinin ta içini bu kadar keskin ve açık gören bir insanın heyecanlanmasına ve herhangi bir kimseye kızmasına imkan var mıydı? Böyle bir insan, önünde bütün küçüklüğü ile çırpınan birine karşı taş gibi durmaktan başka ne yapabilirdi?
Bütün teessürlerimiz, düş kırıklıklarımız, hiddetlerimiz; karşımıza çıkan hadiselerin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarındadır. Herşeye hazır bulunan ve kimden ne geleceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?

Kürk Mantolu Madonna/Sabahattin Ali











22 Ağustos 2011 Pazartesi

Louise L. Hay - Düşünce gücüyle tedavi 2

Sorun yaşanan bölge – Sorunun nedeni

Akıl dişi(yirmilik diş) – Sağlam bir temel oluşturmak için gereken zihinsel hazırlığı yapmamak.
Asabiyet- Korku, kaygı, mücadele, acelicilik. Yaşamın akışına güvenmemek.
Astım – Aşırı ve baskıcı sevgi.Soluk almayı kendinde hak görmemek. Boğulmuşluk duygusu. Bastırılmış gözyaşı.
Baş ağrıları- Değersizlik duygusu. Korku.
Bayılmak- Korku. İletişim kuramamak. Baş edememek.
Beyaz saç- Stres, baskıya ve zorlamaya inanç.
Depresyon- Sahip olma hakkını kendinde hissetmemekten kaynaklanan öfke.Çaresizlik.
Dişler – Uzun süreli kararsızlık. Karar vermek için düşünceleri analiz edememek.
Göz sorunları – Kişinin kendi yaşamında gördüklerinden hoşlanmaması.
Astigmat- “Ben” sorunu, kendini olduğu gibi görme korkusu.
Miyop- Gelecek korkusu. Geleceğe güvenmemek.
Kan basıncı; Yüksek tansiyon –Uzun zamandan beri çözülmeyen duygusal sorunlar.
Düşük Tansiyon- Çocukken yaşanan sevgi eksikliği.Yenilgi. Ne yararı var? Sonuçta bir şey değişmeyecek düşüncesi.
Kötü kokan nefes- Dedikodu. Yanlış düşünceler.
Selülit- Bastırılmış öfke ve kendini cezalandırma.
Tırnak yemek- Çaresizlik. Ebeveyne öfkelenmek.
Varis- Bulunduğu durumdan nefret etmek. Cesareti yitirmek. Aşırı yük taşıdığını ve çok çalıştığını hissetmek.

21 Ağustos 2011 Pazar

Sevgili dişlerim

Kendimi bildim bileli dişlerime çok özen gösteririm. Evet çarpıklar hatta belki bunun verdiği psikolojiyle(eziklik de diyebiliriz) sürekli beyaz ve temiz tutmaya çalışmışımdır kendilerini. 19 yaşlarımda doktora gittiğimde beni müthiş hazin bir son bekleyeceğini bilmeden yaşadım hep. Üç dişime kanal tedavisi yaptılar, altı dişe dolgu, iki yirmilik dişim; biri çok ağır olmak üzere(İlk defa böyle bir işe kalkışan gerzek öğrenciler yaptı, ağzım tam iki saat açık kaldı ve sürekli gerzek insanların toplamda beş tane eli ağzımdaydı –ağzım kaç el alacak diye deniyorlardı sanırım- tepemde yirmi kişi çektiğim acıyı seyrediyordu, gerçek doktor da karşıdan; mal öğrencisine komutlar vermekle meşgul; adama resmen yalvararak baktım yardım etsin diye ama nafile. Bi ara ağzımı kapatabildim ve bana doktor getirin diye bağırdım; gerzek öğrenci biz neyiz burada diye cevap verdi, geçircektim ağzına bi tane. İnsafa gelen doktor hemen gelip kopardı dişimi, hadi çıkarın dedi öğrencilere; salaklar dişi boğazıma kaçırdı; aklıma geldikçe cinlerim tepeme çıkıyor; aylarca ağrısını çektim) ameliyatla alındı. Şu sıralar o dolgulu dediğim dişlerimden birine daha kanal tedavisi yapıyorlar aksilik olmazsa bu perşembe bitecek. Üstteki dört dişim çarpık, alttakiler de biraz çarpık ama hiç olmadı hepsinin alttakiler gibi olmasını yeğlerdim. Dişlerine bu derece önem gösteren birinde bu sorunların yaşanması hemen hemen sadece genetikle ilgiliymiş. Genetiğime…

Annem sürekli bana kararsızsın der. Sadece bana söylemekle kalmaz insanların yanında da söyler bunu ve kendimi deli gibi savunmak zorunda bırakır beni. Ben kararsız değilim diye saatlerce açıklamaya çalışırım hem anneme hem insanlara. Çıldırtır beni. İnkar ediyorum işte ne diye sürekli kararsız olduğumu söylersin ki?

Louise Hay denen bir kadın var bilir misiniz bilmem. Araştırmalarına göre diş ve dişlerle ilgili sorunların ruhsal sebebi kararsızlıkmış. Çok büyük yıkıma uğradım okuyunca. Hayır, kararlıyım desem; dişlerinle ilgili sorunlar nerden çıktı diye sormaz mı bilenler. Ayıkla pirincin taşını. İnsanlara açıklamaktan çok bunu kendime açıklamak zor geliyor açıkçası, hep kendimi kararlı ne yaptığını bilen bir insan olarak tanımlardım. Hadi elalemi kandırdım; kendimi nasıl kandıracağım?

Artık elimden geldiğinden daha fazla irdeleyeceğim kararlı olup olmadığımı, kafa yoracağım; kararlı mıyım değil miyim …. konusunda diye düşünemeye vakit ayıracağım ve iyi ya da kötü herhangi birine acilen karar vereceğim. Çünkü dişlerimi çok seviyorum ve beni terk etmelerinden korkuyorum.


Çarpık, dolgulu, kanal tedavili de olsanız; sizi çok seven sahibiniz.
N.Ö.

19 Ağustos 2011 Cuma

Rüya

Gece gördüğüm rüyada Ali ve Vlat vardı. Uuzun bir rüya ve hatırlamıyorum tamamını ama sonlara doğru Vlat'la bulunduğumuz binanın bir alt katına iniyorduk ve orası Am-erika'ydı. Karşı caddeden de bizim buralarda oturan enine boyuna bir adam var onu gördüm hatta göz-göze geldik. O kadar.

Sabah hazırlandım işe gidiyorum, o adam. Ve göz-göze geldik. Allah allah bi iş var bu işte; kesin bişeyler olacak da Vlat'ın gelmesi gibi bişey olamaz ki; bugün mü gelcekti falan filan diye düşünüyorum.. bi yarım saat sonra hararetli bir tartışma, küfür kıyamet ve ayrılıyoruz domuz sevgilimle. Tabi ben o sinire hayatımızın bir parçası olan feysbuktan ilişkimizi bitirdim (ne mükemmel di mi, ne salağım :D) neyse hemen telefon geldi, neresi lan orası? +8 gibi bişey, açtım. Vlat telefonda, canım benim. Sen üzülme biz varız dedi nasıl teselli etmeye çalışıyor beni canım kuzum. Zamana bırak lütfen acele kararlar verme diyor.

Geçen kardeşim abla len rüyalar ilerde yaşıcaklarımızın da ipucunu veriomuş dedi, bok var da söylüon; biz bilmioz sanki.

Çok kederli bir kendimden hikayeler var; erkeklerle bi türlü bağlantı kuramıyomuş; "Ya sana ne erkeklerden, yalnızlığının; özgürlüğünün tadını çıkarsana; mal mal her şeyi sorgulayan, meraktan kıçı yırtılan bi insan olması güzel mi hayatında?" Bıktım ya. Nerde o başıma buyruk, gezip yiyip içip sıçtığım zamanlar.

"Ben bu dünyanın devri devranını, izzeti nefsini sikeyim.
Yansın bu ibneler, itfaiyenin hortumunu sikeyim.
Mecnun muyum, bir am için çöllere düşeyim,
Verirse verir, vermezse Leylayı da sikeyim." Neyzen TEVFİK

Tezer gibi sinirden toparlıyamıyorum ağzımı. Geçen çok sevgili bir insan yorum yapmış yine, nasıl sevinçliyim nasıl. Cinsimi bilmediği için hitap edememiş. Bayanım. :D Bazen belli olmasa da.

Seni seviyorum Vlat.
Onca km'den yine ilk yardımıma koşan sensin.
Sensiz içtiğim her bira artık iyice iğrençleşmeye başladı.
Dön!

Nadya İvanova.


12 Ağustos 2011 Cuma

Sakin

Geçen cumartesi gecesi bir film izledim, klasik Batı Avrupa, Güney Avrupa filmlerinden; hayattan kesit gibi bişey. Başı yok sonu yok, devamı için hep bi merak içindesin. Müthiş duygu yüklü müthiş sakin bir film. “La Stanza Del Figlio” Ailenin erkek çocuğu ölüyor. Ona rağmen fertler ne ağlarken gürültü çıkarıyor, ne cenaze kaldırırken. Aynı şekilde hayatlarına devam ediyorlar ama acıdan kıvranarak, hissediyorsunuz bunu.

O koştura koştura giden hayatıma baktım; neyim eksik? Maddi olarak değil da sanki maneviyetta bi boşluk buldum. Mesela 23 yaşındayım ama hala sevgiyle başımın okşanmasını, bana küçük bir kız çocuğu gibi davranılmasını arzuluyorum. Sevgi istiyorum. Sağ olsun günde yüz kere beni sevdiğini söyleyen bir sevgilim var ama lafla peynir gemisi yürümüyor. Okşanmak istiyorum şefkatli bir el tarafından.

Üniversitede çok sevdiğim bir arkadaşım vardı, (onunla yıllar sonra yeniden buluşmamız ayrı bi yazı konusu zaten de neyse) birlikte uyurduk. Nasıl yürekten sarılırdı bana, sıkı sıkı. Hiç sevgisizlik çektiğimi bilmem onun yanında ve ordayken o kadar sakin bir insandım ki, çok özlüyorum o sakinliğimi. Tamamen sevgiye bağlıyorum bu sakinlik işini. Filmde de öyleydi zaten, müthiş bi sevgiyle bağlıydı aile bireyleri birbirine, kavga gürültü yoktu evde, tartışma vardı ama sessiz sakin, taraflar birbirini sonuna kadar dinliyor ve söylenene kesinlikle inanıyorlar. (Bu konuda ben de çok iyiyim, karşı taraf bana ne söylüyorsa benim için doğru olan o’dur. Tabi bu mükemmel huyuma alışık bir toplum olmayan Türk halkı da sürekli benimle alay eder.) Sakinlik… Ne kadar muhteşem.

Sebahattin Ali vardır, herkesin bilmesini şiddetle tavsiye ettiğim. Bi de onun “Kürk Mantolu Madonna”sı. Raif Efendi’nin sakinliği mahvediyor beni, bütün yaşama nedenlerimi ortadan kaldırıyor.

"Bütün teessürlerimiz, inkisarlarımız (düş kırıklıklarımız), hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarıdır. Her şeye hazır bulunan ve kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?" (s.23)

"İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar." (s.32

"Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!... Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?" (s.38)

"Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu... Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız? Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız?Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir acizlik bulunacak?" (s.97)

Kahretsin ki kitabımı birine vermiştim, son verdiğim kitap oldu ama; sonuçta geri alamadım, onca notum vardı orda; altı çizilmiş tonla cümle. Evde biyerlere yazmış olmam lazım, akşam arıcam yazarım.

İşin özü şu ki, çok sıkıntılıyım bu aralar, çok stresli ve de çok sinirli. Ben de bir “La Stanza Del Figlio” ya da Raif Efendi olmak istiyorum.

Rengin'e kucak dolusu sevgiyle.
Umarım bana Münster'den birşeyler getirirsin.

Seni seviyorum.
Nadi

9 Ağustos 2011 Salı

Şahin'ler

Ö.Ş. Evleniyor Y.A. ile, ben de nikah şahidiyim. O kadar heyecanlıyım ki anlatamam, öğrendiğimden beri elim ayağım titriyor. Çok komikti. Aradı beni Kıprıs'tan böyle böyle sen de nikah şahidim olcaksın dedi. Gık gık, konuşamadım :D toparlayamadım iki kelimeyi; sadece tamam diyebildiğimi hatırlıyorum. :D Harika bi duygu.

Şahin'lerin en çekirdek olacak ailesine öpücükler. :D

Nikah şahidiniz.
N.Ö.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Kardeşim'e Saygıyla

Yapma şunu benim geri zekalı kardeşim. Görüş açımı mahvediosun. İki dakkada on kere girip çıktın.

Defol.

Gidelim Splintır.
Kardeşinin Ablası

Baba Vanga Kehanetleri-Özür dileyerek 3

01.08.2011 tarihli yazımda; "Mezarında böceklerin gezmesini istediğim birkaç kişi var." demiştim.
Çok üzgünüm birini unutmuşum.
5- a.öcalan; kişi hakkında hiçbir yorum yapmak istemiyorum. Dünyadaki olmuş olabilecek tüm lanetleri ediyorum sadece o iğrenç yaratığa.

2 Ağustos 2011 Salı

Baba Vanga Kehanetleri-2

1940-1945 yılları arasında yaptığı kehanetlerden bazıları şöyle;

1. 2008 - 4 ulkenin 4 devlet baskanina suikast girisiminde bulunulacak ve bu 3.dunya savasinin baslama nedenlerinden biri olacak. dunyada surekli kargasalar yasanacak.
2. 2010 - 3.dunya savasi kasim 2010 da baslayacak ve ekim 2014 yilina kadar surecek.
3. 2011 - radyoaktif dalgalarinin yogunlasmasi yuzunden hayvanlar ve bitkiler yok olma noktasina gelecek. musluman ulkeler kimyasal savas ile avrupalilari yok edecek.
4. 2014 - insanligin yarisi deri ve diger organlarin kanser hastaligi ile bogusacak.
5. 2016 - avrupa nufusu yari yariya azalacak.
6. 2018 - dunyanin yeni hakimi cin'e gececek ve ekonomik olarak cin cok guclenecek.
7. 2023 - dunyanin yorungesinde hafif bir degisiklik olacak.
8. 2025 - avrupa da nufus daha da azalacak.
9. 2028 - tukenen petrol ve diger yeralti kaynaklarinin yerine yeni bir enerji kaynagi bulunacak.
10. 2043 - musluman bir devlet yeniden avrupanin tek hukumdari olacak.
11. 2046 - tedavi edilmeyecek organ kalmayacak. gelistirilern yeni buluslarla hatali, hastalikli organin yerine yenisi (birebir) yeniden yapilacak.
12. 2076 - butun dunyada "sinifsiz" komunizm sistemi yerlesecek
13. 2084 - tabiat kendini yenileyecek
14. 2088 - butun hastaliklar bir kac saniyede tedavi edilecek.
15. 2097 - cabuk yaslanmanin onune gecilecek.
16. 2167 - yeni bir din
17. 2299 - fransiz partizanlar islam dinine karsi ayaklanacaklar.
18. 2304 - ay'in sirri (gizemi cozulecek)
19. 3797 - end of the world - dunyanin sonu... baska bir gezegende insan yapimi yeni bir hayat baslayacak.


1. Herhangi bir fikrim yok fakat şimdilerde süregelen kargaşaların nedenleri aranabilir o günlerde.
2. Bakınız, Tunus, Mısır, Bahreyn, Umman, Katar, Libya ve Suriye iç savaş nedeniyle çok kanlı günler geçirdiler hatta hala geçiriyorlar. Şavaş kapımızda. 1. Dünya savaşı sırasında kimse “Aaaa biz 1. Dünya Savaşı’nı yapıyoruz” dememiştir muhtemelen, belki ileride bu; yahut allah muhafaza daha fena bir şeyler olursa 3. Dünya savaşı konabilir ismi.
3.Tamam yok olmadılar ama bi salatalık alıyosun kol gibi, çilekler yumruk kadar, marullar insan boyu maşallah, karpuzlar zaten yarım dünya.. 90-100 m2 gibi bi bahçemiz var annem küçükken bişeyler ekerdi hep, işe gitmeden önce sulardı kadın da; akşam 10-15 dk mızı ayıracağız ona, oyundan kalacağız diye hep bağırırdık “Napçaksın bunları tonla su parası geliyo” diye. “Yetiştir anne allah aşkına, kurban olurum ben senin domatesine, hadi suda belki vardır kimyasal da en azından domatesten eminiz.”
Kimyasal savaş mavaş olmaz umarım.
4. Zaten birçoğu boğuşuyor, o zamana kadar yarıya gelmiş olur bu boğuşma.
5. Sanmıyorum. İngilizler iyi çalışıyo. Bugün bi haber okudum 29 yaşında dede olmuş manyak. 14 Yaşında baba olmuş, kızı da 14 yaşında doğurmuş, bi de bacak kadar çocuğa “Benim kızım mükemmel bi anne olur” diyo. Hassiktir ordan, bokumla oynuyodum ben o yaşımda. Ne günlere kaldık.
6. Çin şimdiden aldı başını gidiyo ki. Tonla ünlü marka orda üretiliyor, teknolojiler alıntı olabilir ama önemli olan netice.
7. Yaş olacak 35. Geçen Japonya depreminde de milimetrik oynamış zaten yörünge.
8. 29 yaşında dede olanlar arttıkça hiç bişey olmaz korkma Vanga.
9. %80 ‘i Türkiye’de olan BOR gibi mi?
10. Yaş olmuş 55. RT. Yaşamaz herhalde o zamana kadar.
11. Yaş 58, yaşadık desene. Ölmezsek o zamana kadar artık zor ölürüz.
12. 88’e girmişiz. Georgiova bak tam senlik :D
13. Çok şükür.
14. 100’e dayadık mı iş bitti, ölümsüzüz artık.
15. Ölümsüz olduktan sonra fark etmez.
16. Yaş 179 ama dert değil, ölümsüzüz ne de olsa. Bi din bulamadık kendimize bakalım bu nasıl bişeymiş bi bakarız olmazsa :D
17. Zenci kökenlileri ayaklanmasın yeter :D
18. Yaş 316. Lütfen ben gideyim Ay’a  Hem 18 ya doğum günü hediyesi olur.
19. Ölümsüzlüğün dibine dayamışım, 1809 yaşındayım. Artık ölsem de gam yemem.

Sevgiler Baba Vanga.

Nadya.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Baba Vanga Kehanetleri-1

Dedim ya geçenlerde Kıbrıs’dan çok sevgili kuzenim Georgiova geldi diye. Ondan öğrendim varlığını, sonra kardeşim de ben biliyordum okumuştum ama çok da inandırıcı gelmedi bana demişti.

Bulgaristan’da yaşlı kadınlara Baba denir ya da Babu, tabi bunlar Türkçe teleffuzları. Mesela benim bi Baba Marina’am vardı, çok şeker bir kadındı nur içinde yatsın. Zaten mezarında böceklerin gezmesini istediğim birkaç kişi var;
1-Moğol Hükümdarı, Cengiz;
1220’de Semerkant’taki kütüphaneyi yaktığı, medeniyet adına orda var olan hemen hemen her şeyi mahvettiği için; zaten doğuda bilmin ilmin yok olması bununla başlıyor; gerizekalı herif.
2-Moğol Hükümdarı, Hülagu;
Zaten gerizekalı bi adamın torunundan ne beklenir ki. Bu diğerinden daha insafsızmış ama; diğer bari karşı gelmeyeni öldürmüyormuş bu hayvan önüne gelen herkesi öldürmüş ve şuan o büyük sözde yunan bilginlerinin, dersler aldığı; kaynaklarından faydalandığı ve hepimizin önüne sanki onlar düşünüp bulmuşlar diye sundukları şeyleri asıl öğrendikleri yer olan, Doğu’nun en büyük zenginliği Bağdat’ı, kütüphanesini, Bilim Adamları’nı, Felsefecileri’ni çoluk çocuk herkesi kılıçtan geçirmiş. Bağdat’ın aylarca göllerinden kan aktığı anlatılır hala.
3-Almanya Devlet Başkanı, Hitler;
En mükemmel ırkın Alman ırkı olduğunu düşünen saplantılı manyak, eline geçirdiği tüm Yahudileri katletmiş ve bununla kalmayıp ölenleri yakarak yağlarından sabun üretmiştir. Hala o sabunların kullanıldığı söylenir, ne kadar doğru bilemem. Bunca acı olayın ortasında onunla ilgili çok komik bir şey var. Bu, almış bir gün safkan olduğunu düşündüğü Almanları; kadın erkek hepsini bir yere koymuş ve çiftleşmelerini istemiş, ayrıntıları bilemiyorum. Neyse, yapılan bu organizasyondan doğan tüm bebekler(kıyamam  ) engelliymiş.
Baktığınız zaman şimdi dünyanın en zenginleri Yahudiler. En tanınmış insanları da. Dünyayı Yahudilerin yönettiği söyleniyor, sağlam kanıtlar da sunuyorlar doğrusu. Aralarından su sızmazmış, zaten bu bilmem ne olunmaz doğulur sözünün onlardan geldiğini düşünüyorum. “Yahudi olunmaz doğulur” gibi. Belki zulümlerden sonra böyle oldular ya da hep böylelerdi ve sadece Hitler mi farkındaydı? Hiçbir şey affettirmez o bebeklerin yakılmasını.
4-Bilimum günümüz manyakları;
Doğu topraklarını karıştıran. Ya da lar.
Güzel ülkemi gittikçe boka sürükleyen … (yazmayayım da komple kapatmasınlar blogları).

Gelelim asıl meselemize; Baba Vanga. 13 yaşındayken sele kapılmış, hayatta kalmış fakat gözleri olmadan. Aynı topraklarda doğmuşuz, sempati duydum bu nedenle. Ben inanırım hissedilebileceğine bazı şeylerin hatta bu kadarının bile. Neden olmasın ki?

Devamı yarın.

21 Temmuz 2011 Perşembe

Sakalına da tüküreyim bıyığına da..

Şu birkaç gündür netleme çemberim bozuk, hayatımdaki hiçbir şeyi netleyemiyorum. Ne uzağı ne de yakını, her şey ama her şey flu.

Bunda en büyük pay sevgili(?)min ve şirketteki iki gereksiz insanın. Hadi işi şirketten dışarı adımımı attığım an geride bırakıyorum, sevgilimi ne yapacağım? Atacak mıyım, satacak mıyım, kovacak mıyım?

“Sen üzerime geldikçe yalnız olduğum günlere olan özlemim kat be kat artıyor. Ben huzur istiyorum, bana neden huzur vermiyorsun ey sevgili!? Neden lanet ettiriyorsun seni tanıdığım güne? Amacın ne? Stresli misin? Moralin mi bozuk? Eğer öyle ise neden bana bunu anlatmıyorsun da bağrınıp çağrınıp kıçını yırtıyorsun saçma sapan şeylere. Neden elinden geldiği kadar üzüyorsun beni? Kötü olduğunu söylesen ben sana sarılmayacak, yanında olmayacak mıyım? Neden kendi kendinin defterini dürüyorsun? Niçin alçaltıyorsun gözümde bu kadar kendini?

Çizmeyi fazlasıyla aştığının farkında değil misin? Herkesin bi sabrı var hatta benim sabrım herkeste olandan daha az. Biraz sakinleş, biraz yavaşla; çok yoruyorsun beni.

Yeter.
Gidelim Splintr.

Nadejda ivanova”

Durum bu. Sevgiliniz yoksa sıkmayın canınızı, genel olarak konuşursam ve tabi kendi hayatım üzerinden; sevgilisiz günler daha rahat, daha özgür, daha kafa ağrısız geçiyor, neden sevgilim yok diye üzülen kafama sıçayım. Varlığı yokluğundan beter. Yokken neden yok diye üzülürsün, nerde hata yapıyorum diye üzülürsün, varken bi bok yapamazsın, seni özlüyorum benimle kal der, sürekli arar; arama dersin sesini duymak istiyorum der, sürekli giydiğin bir şeyi giyersin; ya hayatım onu giyince rahatsız oluyorum benim yanımda giy de benim olmadığım yerlerde giyme der sanki düşünecek olan insan her türlü düşünmezmiş gibi. Sarılır marılır sıkıca çok hoşuna gider, kışın ısınırsın ona sarıldığında hatta benim gibi kışın parmakları üşümekten bembeyaz kesen bir insansanız o erkek altındır sizin için. Bi şeytan dürttü mü erkeklik hormonları kabardı mı dövecekmiş gibi gelir üstüne bazen sözleriyle beter eder seni, sen kimsin lan dersin daha çok sinirlenir –Hakkaten, sen kimsin?- . Sıçarım böyle erkekliğe. Ben hiçbirine muhtaç olmadım sana da olmam, huzur istiyorum vereceksen buyur vermeyeceksen kapı orda; üç gün üç hafta en fazla üç ay üzülürüm, sonra fifiii gel oğlum.

Kime bu artistlikleri? Beden güçlerine mi güveniyorlar? Bu mu erkek olmak? Erkek olmadan önce insan olmayı öğrenin mümkünse. Erkek olmak bi fermuara bakıyor, düşürmeyin bu kadar kendinizi.

Cinlerim tepemde.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Fikir ve Kalıp

Söylediğim gibi, hiç böyle hayal etmemiştim Georgiova’yı. Hatta hayal bile etmemiştim, gerek yoktu. Muhtemelen aynı kalıplara sahiptik çünkü.. Hiç de öyle olmadı. İki gecedir başımızı koymakta zorlanıyoruz yastığa, daha fazla zamanımız olsa da paylaşabilsek fikirlerimizi; bi bu konuda hemfikiriz zaten.

Gül’le birlikte oturduk üçümüz, çok taze ve bir o kadar kahredici(sadece bu değil, bundan önce olanlar da öyleydi.) bir olayı konuşuyoruz, 13 Şehidi.
Georgiova: Sosyaizm, eşitlik için her şeyi yaparım; adamlar isteklerinde haklı, sonuna kadar desteklerim.
Ben: Ülkemin bütünlüğü bozulduğu an; kim kaçarsa kaçsın umurumda değil, koşarak giderim savaşa.(Neden savaş olsun ki? Diyor Geo; Ben miyim bi başkasının ülke sınırlarını bozmaya çalışan? Irkı neyse ne, çok devlet istiyorsa sktrsn milletinin olduğu devlete, ne gelip benim huzurumu bozuyo? ) Din olgusundan falan çok da önde gelir vatanım benim için.
Gül: Ben evladımı hayatta bile bile ölüme göndermem.
Üçümüzün de hiçbir konuda hiçbir şekilde aynı kelimeler çıkmıyor ağzımızdan. Ortak olarak tek arzumuz hükümetin el değiştirmesi. Onun dışında hiçbir düşüncemiz uymuyor.

Fikir ayrılıkları konusunda kesinlikle net düşüncelerim vardı, özellikle Atatürk konusunda uymuyorsa düşünceler muhabbete bile gerek duymazdım. En azından şöyle düşünüyorum şimdi, belki karşı tarafın bildiği çok yanlış şeyler vardır ve kişi kalıplara sokmamışsa beynini; az dahi olsa bildiği gibi olmadığını anlatabilirim. Renkler ve zevkler dahi her şey tartışılabilir, her şey. Farklı düşünce tarzlarını öğrenmek gerekiyormuş ki gelişebilsin insan. Sorgulayabilsin.

Umarım iş bulurlar ve kalırlar burada. Onlarla tartışmak, sohbet etmek çok keyifli tabi bunda üçümüzün de dinlemeyi bilen insanlar olmasının fazlasıyla etkisi var.

Not: Az önce şirketin deposundaydım. Ara sıra olduğu gibi yine bir kuş içeride kalmış. Onca kapı olmasına, rüzgar esmesine rağmen sadece camdan dışarıyı gördüğü yerde deniyor şansını. Kim bilir kaç saattir içeride. Gözümün önünde öyle bir vurdu ki cama kendini, pat diye düşüverdi yere. Tutup dışarı bıraktım, ilk defa bir serçeye dokunuyorum.
Depoda kalan kuşlardan şunu öğrendim ve her seferinde tazeleniyor öğrendiğim; dışarıyı görmediği hiçbir yerin yanında dahi geçmiyor. Mühim olan gördüğü şey. Görmediğinin varlığını bile sorgulamıyor. Ne çok insan var di mi; Gördüğüyle yetinen, görünenin ötesinde bir şeyin mümkün olmadığını düşünen, camlardan başka karşıya geçebileceği bir yol olup olmadığını sorgulamayan. Kuş beyni dedikleri bu olmalı. Ama keşke kuşlar gibi cesur olsalar, inatla gördüğüne ulaşmaya çalışan kuş canı pahasına olsun vuruyor cama kendini. Belki birgün biri kırmayı başarır camlardan birini, kim bilir.

Sevgiyle kal Vladimir Valentinov.
Seni çok özleyen,
Svetoslavova

19 Temmuz 2011 Salı

Fikir ve Saygı

On yıl olmuş birbirimizin yüzünü göremeyeli, dokunamayalı birbirimize, sohbet edemeyeli.. Kendi kendime şekillendirmişim seni, olmanı istediğim gibi hayal etmişim hep. Farklı bir kişilik olduğunu düşünememiş, kendimle özdeşleştirmişim varlığını.

Pazar gece geldi bir arkadaşıyla birlikte Georgiova, beklerken gırgır yapıyorduk Ahmet’le, ben topuklu giymez diye düşündüm içimden, sonra saçları siyah bir kız geçti “Bu mu?” dedi Ahmet, “Hayır o boyatmaz saçlarını” dedim. Geldiğini gördüm, ayağında topuklular, saçları boyanmış :D

Sohbet ettik dün akşam, düşüncelerimiz arasında neredeyse uçurumlar var, benim ak dediğime hanımefendi kapkara diyor. Tartıştık, fikirlerimizi sunduk; doğru bulduklarımızı, yanlış bulduklarımızı aktardık birbirimize; dikte etmeden.

Fikirlere saygı duymayı Mustafa Abim’den öğrendim ben, kuzenim kendisi. Çok tartışırdık(hala tartışıyoruz) siyasi düşüncelerimiz, dini görüşlerimiz, Türkiye’nin geçmişi, geleceği; devlet adamları vs vs küçüklük ve küçüklüğün verdiği bir salaklık olsa gerek nefret ederdim ondan, bana ters düşen düşünceleri nedeniyle. Konuşmadım uzun bir süre onunla, sonra bir gün beni çağırdı. Oturduk, “Bak gülüm, biz kardeşiz; aramızdaki bağı ne siyasi meseleler ne dini meseleler ne de düşüncelerimiz koparabilir, istemesek de birbirimizle kan bağımız var, ne olursa olsun her şeyin önündedir bu bağ benim için. Siz benim elimde büyüdünüz, benim çocuklarım gibisiniz ve senin benimle konuşmuyor olman beni çok yaralıyor; düşüncelerimizi bir kenara bırakıp birbirimizi olduğumuz gibi seversek zaten batmaz fikirlerimiz, herkesin kendi düşüncesidir her şey. Senden istediğim aramızdaki hissiyata devlet işlerini karıştırmaman.” Diye güzel bir konuşma yaptı bana. O gün bu gündür fikirlere müthiş saygım var, düzgün bir şekilde aktarıldığı sürece tabi. Bu hislerle dinledim Georgiova’yı. Beni en çok mutlu edense aramızdaki bunca düşünce ayrılığına rağmen onun da beni müthiş sükunet ve saygıyla dinlemesiydi, o nasıl öğrendi fikirlere saygıyı bilmem ama ben minnettarım Mustafa Abim’e. Hakikatten ağabeylik yapıyor bana.

Fikirlere saygılar diliyorum, ülke sınırlarımıza ve bütünlüğümüze zarar gelmeden tabi.
Not:"Akıl fukara olunca, fikir ukala olurmuş." Namık Kemal

N.Ö.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Çocuklara Özgürlük!

Son zamanlarda takip ettiğim bir şey var; http://www.kendimdenhikayeler.com/ . Ne kadar yabancıyız artık birbirimize değil mi?

Çok eskiye dayanmıyor çocukluğum ama hatırlıyorum, bütün gün sokaklardaydık. Saklambaç oynardık, futbol oynardık; erkeklerin bacaklarına top diye vura vura, bebeklerimizle oynardık; kıyafet dikerdik onlara –mükemmel olurdu hepsi-, o yaşta südyen müdyen nerden bilelim biz; memelik derdik südyene . Bizim zamanımızda öyle çocuk kaçırıcıları, organ mafyaları falan yoktu, varsa bile biz bilmiyorduk; içimiz çok rahattı, en fazla kötü olan birgün kadının birinin kendini evinin üzerine asmasıydı ve iki kardeşin bisiklet sürerken kamyonun altında kalmalarıydı –ki (benden dört yaş küçük bi kardeşim var kendisi için her şeyi yapabileceğim- okuyorsa götü kalkmasın lütfen) kardeşimle hep bisiklet isterdik hep de bu maalesef ölen çocuklar nedeniyle almadılar bize bisiklet falan, hala içimizdedir-. O orman senin bu orman benim hep keşifteydik, “Ooo, ormana saha mı yapmışlar?” “Hadi gidelim” Nerde macera orda biz. Ben ve etrafımdakiler insan ilişkileri çok güçlü çocuklar olarak yetiştik, şimdilerin temeli çok önceden atılmış yani. Genelde de hepimiz kitap okumayı araştırmayı seven çocuklardık. Stormy Brezilya’da, Stormy Hindistan’da, Pal Sokağı Çocukları, Robinson Cruse… lise bitince bu kitaplarımın hepsini çocuk esirgeme kurumuna bağışladım, içlerinde ufacık notlarla, okuyup bizim gibi özgür olmayı ilk önce çocukluklarında öğrensinler diye, o küçücük yüreciklerinde boşluklar varsa eğer yanlarında olamasak, onları tanımasak da her daim dualarımızın onlarla olduğunu bilsinler diye. Gece 1’lere kadar sokak, çocuk cıvıltılarıyla doluydu; yaşlılardan(30 yaşın üzerindekilerdi o zamanlar) fırça yiyince oturur sohbet ederdik. Kendi kendimize çok sorduğumuz bir şey vardı, nesnelerin anlamları. Kapıya neden pencere dememişler mesela ya da güneşin ismi neden ay değil; saatlerce kafa patlata bilirdik bu konuda, hiç de sıkılmazdık.

Artık hiçbir şey o zamanlardaki kadar özgür değil, korku kol geziyor. Anneler çocuklarının kıçlarının dibinden bi an olsun ayrılmıyorlar, çocuk yere dahi düşemiyor –kendine iyilik yaptığını zanneden annesi duvar örüyor ona- kaldı ki artık dışarı çıkıp hayatı keşfetmek isteyen çocuk sayısı oldukça az. Her şey bilgisayar başında hallediliyor. Bu şekide yetişmiş bir nesli düşünemiyorum.

Faydası yok mudur bu sanaliyetin. Var tabi. Oturup sohbet etmenin, onca şeyi paylaşacak güveni senelerce temellemenin, bir araya gelebilmenin çok zor olduğu insanlarla düşünce alışverişi yapabiliyoruz. Ağzımızı doldurana kadar gülebiliyoruz benzerliklerimize, zıtlıklarımızdan kendimizi tartabiliyoruz; ben yanlış düşünüyor olabilir miyim? Acaba onlar mı haklı? Diye.

Kim ne derse desin, ben sevemiyorum sohbetlerin azalmasını, bağımlılığı sanaliyete. Özellerin bu denli sıradan olabilmesi insan içindeki coşkuyu öldürüyor.

Hayattan istediğim sayılı şeylerden biridir. Her akşam yaptığımız gibi toplanalım bir araya, yerleşelim bulduğumuz bir masaya ve kaldıralım biralarımızı tokuşturmaya.

Gidelim Splintır!

En ağır özlem duygularımızla.
Vlat ve Ali’ye.

Nadejda.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Dokuz'da dokuz.

Benim dostlarım iki elimin parmaklarını geçmiyor. “Nerde çokluk orda bokluk” atasözü’nü hemen hemen 19 yaşımdan beri şiddetle benimsemişimdir. O yaşa kadar herkesin samimi, içten pazarlıksız vs vs olduğunu düşünürdüm, e insan herkesi kendi gibi sanırmış. Saflık işte, ama ben bu saflığımı hep çok sevdim ve hala çoğu zaman saf ayağına yatıyorum, kime ne benim neyi bilip neyi bilmediğimden. Bırak saf sansınlar.

%100 den başlatırdım insanlara olan güvenimi, onlar kendileri düşürürdü % lerini. Sonra bigün Gülsen Ablam dedi ki, “Sen içinin temizliğinden yapıyorsun bunları ama büyüdükçe insanların sandığın gibi olmadığını öğreneceksin; sana bi tavsiyem var % 0 dan başlat insanlara güvenini; sıkıyorsa kendi arttırsın %sini.” Ne gerek var deyip geçmiştim. Hakikaten haklıymış Ablacım, büyüdükçe insanların sandığım kadar masum, samimi, güvenilir olmadığını çok sancılı şekillerle öğrendim. Öğrendikçe güvenmemeye başladım, öğrendikçe insanlardan kaçmaya başladım; hatta bi ara herkesle muhabbeti kesmiştim, merhaba bile demiyordum kimseye. Sonra düşündüm, “Hatalı olan kimse yok, herkes kendi karakterini yaşıyor, o karakter sana uygunsa onunlasın, değilse ondan uzakta.” Çok çok daha seçici olmaya karar verdim, bi manası yoktu karakterime yakın olmayanlarla muhatabın. Yavaş yavaş etrafımdakilerle şaşılacak derecede ortak yönlerimizin olduğunu gördüm, tesadüf diye bir şeye asla inanmadım; inanmam da, her şey tamamen seçimlerle alakalı. Farkında olmadım belki ama ben şekillendirdim çevremde olanları. Gurur duyuyorum kendimle.

Yaptığım, yaşadığım hiçbir şeyden pişmanlık duymadım. Yaşanmış olması gerektiğine içtenlikle inanıyorum her şeyin, yoksa ayırt etmek çok daha zor ve sancılı olurdu benim için bu saatten sonra.

İnsanlar benim gözümde üçe ayrılıyor artık, akrabalar; dostlar ve tanıdıklar. Keskin hatlarla ayrık hepsi birbirinden ve dostlar hep eskilerden gelenler; tanıdığım; huyunu suyunu iyi bildiğim, bu nedenle kızıp kırılamadığım insanlar. Yenilerini tanımaya, onlara zaman ayırmaya hiç tahammülüm yok.

Seni çok özledim Vlat.

Nadi.

27 Haziran 2011 Pazartesi

Wisconsin Dells - İzmir

İzmir'desin, Haziran 27; yazın ortası olmalı ve deli sıcaktan kavrulmamız gerekirken bu kıç donduran soğuk niye? Ben hiç mi buz gibi bira içemeyeceğim?

Bu soğukta diken diken olacak bir tüyüm bile yok, ne cesaret; helal olsun bana. Kendimle gurur duydum bu akşam.

Seni çok özledim Vlat.

+1 Yıl, Özlemek varken, tüm çırpınışlar çaresiz.

Ufaklığımdan beri hayatımdaki hemen herkesin doğum gününü öğrenmiş ve burcuna göre, “Şu şunu yaparsa kızmamak lazım, e doğasında var napalım.” Derdim. Hepsinin de doğum gününü kutlar şaşırtırdım onları, nerdeyse 365 gün kutlanacak bir doğum günü vardı. Mutlu olduklarını hissederdim ve ben de haz duyardım onlara bunu yaşattığım için. Sonra baktım ki nerdeyse 10-15 yıla yakın hep doğumunu kutladığım insanların beni pek umursadığı yok. Başlarda karşılık beklemezdim yani son iki yıla kadar, sonra “Bu insanlar hiç mi merak etmez, bunca yıl tek bir sefer kaçırmadım; insan biraz nezaketli olup bana da bir mutlu yıllar demez mi?” diye düşünmeye başladım. Çok da bir önemi yoktu belki kutlamalarının ama, nezaket bekliyordum işte. Vazgeçtim bu işten. İki yıldır bana yakın nerdeyse sadece 9 kişiden başka hiç kimsenin doğum günü umurumda değil. Hatta baktım kim hiç kaçırmadığım doğum günlerini artık hatırlamakta zorluk çekiyorum.

Hepimiz büyüyoruz, farkındalıklarımız gelişiyor, değişiyor; eskiden müthiş önemli olan şeylerin artık hiçbir ehemmiyeti yok. İnsanlar unutuluyor, yaşanmışlıklar, paylaşılmışlıklar unutuluyor.


Haziran 9’dan beri içtiğim biralar öyle acı ki.. Arpası Ankara’nın mıdır, İstanbul’un mudur Yoksa özlemenin midir bilmem.


Sevgi, sağlık ve güvenle kal Vladimir Valentinov Sergeyev.

Seni çok seviyorum.

Nadejda Svetoslavova İvanova 

24 Haziran 2011 Cuma

Kadınlar Erkekler İlişkiler ve Çelişkiler - Kaan Erkam


Geçen gün bir mail geldi Grupfoni’den. Fransız Kültür Merkezi’nde bi oyun varmış(Bizim kendi insanımızı ağırlıcak Kültür Merkezimiz yok da Fransizlar ağırlayıveriyor..) Daha önce ne yalan söyleyeyim adını duymadığım ya da dikkat etmediğim bir adam yazmış; Kadınlar Erkekler İlişkiler ve Çelişkiler. Bi de bi not: yazan ve sahnede iki saat ter döken ben gibi birşey. Ben zannediyorum adam da oynuyor, ekipte 3-4 kişi falan var ha diyorum kesin bi kadın oynayacak da, kaç erkek oynayacak acaba? Bilet %60 indirimli. 25 TL yerine 10 TL olmuş, kaçar mı? Zaten Devlet Tiyatrosu da perdelerini kapadı, koca kış topu topu dört oyuna gidebildim; iş çıkışlarım çok geçti o sıralar hep ağlardım gene gidemicem oyuna diye, en son Mart’ta gitmişim Jeanne D’arc’ın Öteki Ölümü, harika oynamış Şebnem Doğruer. Ha sonra gitmedik mi oyunlara gittik tabi ama Devlet Tiyatrosu gibi olmuyor, giriş uzuyor çıkış uzuyor, oyunda konuşan, telefonu çalan, hatta oyun ortasında kapıdan içeri giren… ne ararsan, o nedenle Devlet Tiyatrosu’nun disiplinini çok seviyorum..
Dün oldu gittim F.K.M’ye. 5 dk kalmış oyuna içeri gireceğiz tam, önümde Harley Devitsın gömlekli bi adam gidiyor bi de deri ceket var üstünde, iri yapılı sakallı bişey. Ben hayvani bir ön yargıyla “Helal olsun adama, kim buna Tiyatro seyredecek tipi var diyebilir” diye düşünüyorum içimden. Kapıda Grupfoni’den bilet alıp rezervasyon yaptırmayan arkadaşlar ve görevliler arasında çıkan sürtüşmeler uzadı ve oyun anca 21:00’ doğru başlamış bulundu

Sahneye bi adam çıktı önce. “Bir sanatçı böyle mi karşılanır” dedi girdi içeri yeniden çıktı. Konuşuyor, hayatından; oğlundan bahsediyor, çok eğlenceli şeyler anlatıyor ve ben kendi kendime yine “Bunları bu kadar eğlenceli anlatıyorsa kim bilir oyun ne komik olur” diye düşünüp artık başlaması için yalvarıyorum. (23:38’de salondan ayrılana kadar başlamadı oyun :D) belki kahkahalar içinde bi on dk geçtikten sonra fark ediyorum ki bu, dışarıdaki harley devitsın gömlekli deri ceketli oyunu izlemeye gelen adam? Ön yargıma bak :D Bu tip tiyatro seyretmeye gelmiş vaaay derken adam oyuncu çıktı. J Sonra “Sanatçı böyle mi karşılanır” tripleri sanatçı böyle karşılanmaz evet  ama aynı zamanda sanatçı dediğin da senin gibi insanların arasında fink atmaz, kuliste saklanır; kaçar halktan; normal insan sandık seni napalım, sana yanlış öğretmişler. :D

Gülmekten kendime zor geldim. Koç burcunu bir anlattı, ben bu adamla bişey yaptım da haberim mi yok dedim resmen :D Bi insan hiç beni bu kadar net tanımlamamıştı açıkçası :D . Baba dedim büyüksün, çok görmüş geçirmiş bi adam besbelli. Tecrübeleri oldukça sabit.

Şiddetle tavsiye ediyorum ha biz özgür bi kent olduğumuz için bize sansürsüz oynadı, size nasıl oynar bilmem ama bilgilerini vereyim, imkanınız varsa gidin; hem de koşarak :D




http://www.kaanerkam.com/

http://www.odatiyatrosu.com/flash.html

Saygıyla Eğiliyorum Kaan Erkam.
Teşekkürler

21 Haziran 2011 Salı

..


Durduramam kendimi bazen içimde deli gibi ağlamak isteyen bir şey sürekli dürter beni. Nedenini bilemem ve rahatsız eder beni bu şey. Nedenini bilmediğim için çaresini de bulamam maalesef. İçimi sıkıştırır, özellikle göğüs kafesi kısmımı; nerde geleceği hiç belli olmaz bu şeyin; hiçbir açıklaması yoktur. Yalnızlık mı? Özgürsüzlük mü? Belirsizlikler mi? Yaşayabilmek için içinde bulunduğum zamanı yaşayamamak mı, ya da hissedememek mi yaşadığımı? Sıkışmak mı, arzularım ve insanların o arzularımı tabuları nedeniyle onaylamaması arasında? Bugünün tadını çıkarmak varken geleceği düşünmek mi? Ne istiyorum? Neden var yüreğimdeki bu sıkışıklık?

Ne güzel özetlemiş Sebahattin Ali;
..
“Anlayamam kederimi, bir ateş yakar derimi”
..
“En sevgili emellerim, önüme ölü serilir.”

“Ne bir dost, ne bir sevgili;
Dünyadan uzak bir deli,
Beni sarar melankoli,
Kafamın içersi ölür.”


Ne istediğini bilememek ne kötü..

14 Haziran 2011 Salı

+1



Abimleredeydik dün akşam kuyrukçu olduğum güzel bir bataktan sonra- ki ortalarda olmayı pek sevmiyorum ya en sonda ya en başta olmalıyım; bunu her şey için başardığımı söyleyemem ama, sevmiyorum işte ortalarda olmayı- eve geldim.

Arkadaşı gelmişti kasabadan, abisine anlatacaktı aslında Stephan’ın baldızıyla evlenmek istediğini ama fark etti ki abisi ona eskisi kadar sıcak değil. Vazgeçti. Stephan’a doğru yola koyuldu nasıl anlatacağını düşüne düşüne o sırada da uykum geldi, kapattım kitabı koydum komidine. Saat, 00:27’ydi, sağa dön sola dön bir türlü uyuyamıyordum, ne koymuş yengem bu türk kahvesinin içine de uyuyamıyorum diye düşünürken heralde sızmışım. Gözümü açtım telefon acı acı inliyor,  İngiltere mi? Yok canım, onun bildiği numarayı kapattım ya, Almanya da değil bu; +1 yazıo burada; ABD. Valem mi arıyo?

Büyük bi heyecanla;
-Efendim!
-Canım.
-Aaaaaaa inanamıyorum, çok özledim seni :’(
-Ben de seni çok özledim canım, uyandırdım mı; bu saatte uyumazsın diye düşündüm.
-Hayır uyandırmadın(Oha, nasıl 180 derece döndüm :D). İyi misin? Bi aksilik yok ya?
-Yok yok, iyiyim, biraz sorunlu oldu ama yerleştik, Ali işe gitti bugün ben de yarın başlayacağım.
-…
-….
-…
-Ben seni ararım yine, seni seviyorum.
-Ben de seni çok seviyorum.

Saat, 00:45, demek daha yeni uyumuşum..

Yoksun ya şimdi, yokluğunu biliyorum ya; çok daha çok özlüyorum seni. Her an ağlamaklıyım her an oturup  içesim var. Yanında olabilmeyi o kadar çok isterdim ki… Hiç kimse zerresini bile dolduramıyor boşluğunun. Ben başka arkadaş istemiyorum, seni istiyorum.

Çok az keşke-m oldu biliyorsun, şimdi bu da dahil onlara; Keşke kuş olup uçabilsem yanına; bana ait her geceyi, senin tüm gündüzlerinle geçirebilsem..

Seni seviyorum Vlat.
Nadejda.



13 Haziran 2011 Pazartesi

Sükut altınsa, tonlarca altın istiyorum.



Erkek cinsi ikiye ayrılıyordu benim için; maalesef abiler kısmı ve erkekler.

Maalesef abiler, zekası; kültürü; yaşam tarzı; samimyeti; sevecenliği; vücut yapısı; kaşı gözüyle, kahretsin neden kan bağım var dedirtecek seviyeye ulaşmış insanlar benim için. Onlarla sohbet etmek, oyun oynamak, film izlemek, içmek bu derece mi keyif verir bir insana. Sana hiç seni sevdiklerini söylemezler çünkü söze gerek yoktur, zaten bilirsin seni çok sevdiklerini. O kadar çok isterdim ki erkek cinsiyle abilerimin yer değiştirmesini ama maalesef işte.

Erkekler ise, illallah. İnsan hayatında, özellikle de kadınların hayatında hiç mi hiç olmaması gereken yaratıklardır. Sohbet etmez, kültürü uçkuru ile sınırlı, zekası uçkuruna çalışır, yaşayışı uçkurca.. Sana, ilk günler yahut ilk haftalarda defalarca seni çok sevdiğini söyler lakin kelimeleri ne düşünceleri ne de davranışlarıyla uyumludur. Sen gayet net anlarsın seni sevmediğini sana aşık falan olmadığını ama içindeki, saçma; diğerlerini geçiyorum ama ya bu doğru söylüyorsa düşüncesinden kopamazsın. “Yok yok, bu kesin seviyor.”…. Hoppala, ee hani seviyodu? Sohbet ediyo mu senle, ortam ayırt etmeden sana herkesin yanında aynı mı davranıyo,  aptal değilsindir; aptalsan bile şimdiye kadar yaşadıklarından öğrenmiş olman gerek değerli yahut değersiz olmanın nasıl bir şey olduğunu, sana değer veriyo mu? Düşüncesini, kalemini, kağıdını, ekmeğini, suyunu; lafını bile etmeden paylaşıyo mu seninle? Hayır. Öldün mü erkeksizlikten? Arkana bile bakmadan çekip gitsene, birazcık güven kendine. Abim bana çok değerli bir şey söylemişti, “Bigün bi erkek seni terk ederse; tabi umarım bunu yüzüne söyleme cesareti vardır; ona asla nedenini sorma, tamam de geç. Üzüntüden ölsen bile sakın hiç birşey sorma, söyleme; o adam sana er ya da geç döner.” Abim bana her daim doğruyu söyler, tecrübeyle sabit.


12 Haziran 2011 Pazar

Genel seçim mi?

Erdoğan, hep başbakan; başbakan, hep Erdoğan!..

Akıllanmıcak bu millet arkadaş. Yumurtayı illa kapımıza beklicez.

9 Haziran 2011 Perşembe

Vladimir Valentinov Out!

Hep söylerdin. Hep gideceğim derdin; “Bu sene de başvurdum, çıkar mı acaba?”. Tabi her şeye olduğu gibi , buna da dahildim ben. “Sen de başvur birlikte çıkarsa gideriz”.. Tamam. Birlikte yaşayacaktık orda, tartışacak, eğlenecek, hayıflanacak, bağırıp çağıracak sonra yine birbirimize sarılacaktık; deli gibi ağlayacaktık muhtemelen. İkimizden başka hiç kimsemiz olmayacaktı.

Ben sana hiç inanmadım biliyor musun Vale. Hep, bunların da senin hayal dünyanın ürünü olduğunu; böyle bir şeyin asla gerçekleşmeyeceğini düşünürdüm, ne büyük hata. Hakikaten bir hayal ürünü yarattın şimdi ve gittin. Çooook uzaklara. Hem de bensiz, ben evlenme öncesinde saçma sapan işlerle uğraşırken sen, başını da aldın gidiyorsun anasının Am-erika! ına. Bütüüüüün hayallerinle birlikte. Ne manzara ama. Ben ardından bile bakamadım, çünkü hiç hayallerimin arasına dahil etmedim ben orayı, orda yaşamayı.. Sadece sen söylediğinde ufacık bir kısım canlanıyordu, o da böyle bir şeyin olmayacağını düşünerek; e ne ekersen onu biçersin.

Bu aralar epey boşladım ben hayallerimi, hatta hiç hayal kurmuyorum desem yeridir uzun zamandır. Bundan sonra hayallerimi yeniden alıyorum dünyama onlarla kucak kucağa yaşamaya devam edeceğim eskisi gibi. Bi de çok iyi öğrendiğim bir şey var Valem, sen “Dünyayı yakacağım.”  Bile desen inanacağım. Şimdi gitmiş olman, üç aylığına dahi olsa kalbimi parçalara bölüyor. Sen benim en yakın arkadaşımsın, senin yerini kimse dolduramaz; beraber yaptığımız kahvaltılar, gezmeler, muhabbetler, ton balıklı makarnalar (uzun zamandır bunları yapamıyor da olsak) , tekme tokat birbirimize girişlerimiz, 24 saati asla geçemeyen küslüklerimiz, hiç birşey olmamış gibi “Nadi ne duydum biliyor musun?” deyişlerimiz..
Uzay’da bugün nolmuş, yoook artık.. Astral seyahatlerimiz…

Yokluğunu biliyorum ya, şimdi çok özlüyorum seni çok..

Not: Zencilere fazla bulaşma, aman diyim :D, bi de ters bişey olursa hemen atla gel tamam mı? Orda seni bağlayan hiç birşey yok ama burada sana bağlı bir insancık var.


Bu sefer sağlıkla kal.
Seni çok özleyecek olan insan,
Nadi.

18 Nisan 2011 Pazartesi

Nisan 18 1988-2011

Vayyy!
Kimlerin doğum günüymüş bugün. Yeeeeep tabiki de benim :D
Ne biçim geçiyo seneler be, küçükken neler yapıyoduk; ne hızlı yaşıyoduk; ne dehşet dönüyodu dünya etrafımızda. Nasıl temellendirmişik ama geleceği, ayaklarımız nasıl sağlam basıyo yere; arkamızı kendimiz topluoz, paramızı kendimiz kazanıoz, avuç kadar arkadaşımız var dünyalara bedel.
Evrenin hiçbir şeyi gerekmiyormuş meğer bize birbirimizden başka, içer şarabı bulurmuşuz kafaları; sonra bize güzel her şey.
Bak bi de Berkay çalcakmış bugün, doğarken poposuna benim kadar bal sürülmüş tek bir canlı var mıdır acaba? Sanmıyorum.
Eskiden plan yapardım; şunu yapsam bunu yapsam.. şimdi plan yapmıyorum, bana öyle şeyler getiriyor ki hayat baktığım zaman elimdekilere, sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlatabilecek kadar hem de.
Biraz dedemi özledim galiba. Görüyordur di mi beni? Her an görmese iyi olur tabi de, neyse :)

16 Nisan 2011 Cumartesi

Büyüyünce

Küçükken her şey çok farklı. Dünya küçücük görünüyor gözlerine. Bi kadın seçiyorsun; putlaştırıyorsun onu, nasıl öyle olduğunu merak ediyorsun, ne kadar mükemmel göründüğünü hayran gözlerle seyrediyorsun, yaptığı her şeyle ilahlaştırıyorsun onu, onun gibi olmak için can atıyorsun, örnek alıyorsun davranışlarını; anlayabildiğin kadarıyla benimsemeye çalışıyorsun düşüncelerini, kıyafetleri; duruşu; konuşması; endamı her şeyiyle idolün oluyor o kadın.

Bi adam seçiyorsun; dev gibi görünüyor sana, ulaşılmaz. Nasıl yaratıldığını soruyorsun kendine ya da Tanrı’ya, bakışı dünyanın her şeyinin üzerinde yakıyor seni, inanamıyorsun böyle bir varlığın olduğuna, onunla evlenmek istiyorsun ya da onun gibi çocuklarının olduğunu hayal ediyorsun, henüz sen bile çocukken. Bilgisi, kültürü, yaşayışı kenetliyor seni ona, ona ulaşabilmek için, onun gözünde azıcık olsun değerinin olması için kendini geliştirmeye çalışıyorsun: “Bak! sen biliyorsun ama ben de araştırdım, ben de öğrenmeye çalışıyorum lütfen beni destekle ve sev.” Diyorsun haykıra haykıra, o duyuyor mu bilmiyorsun ama. O kadar dev ki o senin gözünde, kendine bile anlatamıyorsun bunu. Gelsin, film izleyelim; anlatsın; sohbet edelim; sarılsın istiyorsun çünkü o mükemmel.

Bi film seçiyorsun; müziği kanını donduruyor, oyuncuların yaşadığını görüyorsun sahneleri, gerçekliğine hayran oluyorsun. Ağlıyorsun, gülüyorsun, herkese izletmek istiyorsun; “Bak adamlar ne mükemmel bir şey çıkarmış ortaya, ne kadar gerçek.” Diyorsun, tabi senin kadar beğenen olmuyor yapıtı. Hayatının öyle olması için elinden geleni yapacağını hayal ediyorsun, her şeyi değiştireceğini düşünüyorsun. Karakterlerin yerine koyuyorsun kendini, düşünsene ne mükemmel olurdun o zaman.

Hayatındaki her şey, herkes senin için dev, müthiş birer heykel (ucube olmayanından) halini alıyor. Tapıyorsun hepsine.

Sonra büyüyorsun, dünyanın sandığın kadar küçük olmadığını görüyorsun. Taptığın heykellerin aslında yıkık harabeler olduğuna şahit oluyorsun, sen de yıkılıyorsun onlarla birlikte, “Böyle mi hayal etmiştim, müthiş değiller miydi, tek bir kusurları yoktu..” diyorsun. İnsan olduklarının farkına varıyorsun, onlar mükemmel değil. Nasıl olur diye düşünüyorsun, inanmakta güçlük çekiyorsun gördüklerine. Büyümenin acı verdiğini görüyorsun, hem de apaçık. Her şeyin gözlerinin önünde yıkılışını seyretmek ne elemli… Hiç kimse mükemmel olmadı, olmayacak da bunu bilerek yaşamaya çalışıyorsun büyüdükçe.

Belki onları mükemmelsizleştiren benim de onlar gibi bir irade, saygınlık, ruh ve beden güzelliğine sahip olabildiğimi görmemdir. Nedeni her ne olursa olsun küçükken, o umarsızlıkla herkes ve her şey o kadar harkulade ki, büyümeseydim keşke dedirtiyor bana

7 Nisan 2011 Perşembe

..

Karmakarışık duygularım, ne; ne hissettiğimi çözebiliyorum ne de rahatlata biliyorum kendimi. 

4 Mart 2011 Cuma

Mete Horozoğlu




“Birçok  kadın var peşinizde, farkında mısınız?” diye sormuş gazeteci; kimdir nedir bilmem ama ya Sabah Gazetesinde idi ya da Hürriyet. Önceki gün yapılmış anladığım kadarıyla röportaj ve Horozoğlu da demiş ki; “Ben bu üne sahip olmadan önce nerdeydi o kadınlar?” Cevap veriyorum: “Çok sevgili, tek bir mimiğine kurban olduğum, fotoğraflarını çekmek için yanıp tutuştuğum Mete Horozoğlu. Neden fark etmemiş olabilirim seni biliyor musun? Oyunlarını seyretmediğim, o; kadınların erkeklerin yüzlerinde görmek isteyeceği mükemmel mimiklerini göremediğim için; İstanbul’da yaşamadığım için, seninle aynı dönemde benim biricik Eskişehir’imde bulunamadığım için; (çünkü orda olsaydım, oyunların hemen hiçbirini kaçırmadığım için mecburen seni de izler ve muhtemelen top sakalsız halini görür, oyunu yaşadığına tanık olabilirdim, müptelan olurdum. Sen de sonra çıkıp “Nerdeydi o kadınlar?” diye nutuk atamazdın.); anlayacağın hemen hemen tüm insani ilişkiler, aynı ortamda bulunmak ve muhabbet etmekten geçtiği için.

Haklısın kişiliğini bilmem, ev halini, insanlara karşı tavrını, hangi konu olduğu mühim değil; görüşlerini bilmem. Kibirli misin, kıskanç mısın, özgür müsün, bağımlı mısın, dinci misin, dinsiz misin bilmem, hakkında bildiğim tek şey işini fazlasıyla iyi yaptığın. Tanısam belki seni, o tüm dış güzelliğin; çekiciliğin bir anda yok olacak yahut içinden çıkılmaz bir karmaşaya sokacaksın beni.

Genç yaşını istemezdim, daha toy o zaman insan; oturmamış hiçbir şey, hiç deneyimin yok ve neyin nasıl olabileceğini, neyi nasıl yaparsan senin için daha iyi olacağını hep deneyerek öğreniyorsun; bazen istemediğin sonuçlar elde ediyorsun bazen de istediğin. Her şeyden kaçıyorsun gençken; özellikle erkekler diyelim. İstediğin her şeyi yaşamış ol, birlikte olmak istediğin herkesle birlikte ol, ben sana sonra geleyim isterdim. Her şeyin daha kıymetli olduğu zamanında, farkındalığının yüksek olduğu zamanında; ama galiba bu bencillik olacak.

Bilmek isterdim, kimlerin seni kırabileceğini, hangi davranışların seni üzdüğünü, nelere kıymet verdiğini, neleri sakladığını, hangi duygunu insanlara göstermeye çekindiğini, nelerle mutlu olduğunu, hangi kitabı sevdiğini, nasıl kadınlarla sevişmekten hoşlandığını ki üzülürken; sevinirken yanında olayım, iyi de olsa kötü de olsa yaptığın her şeyde hisset isterdim varlığımı. Yargısız infaz edilmeyeceğin tek demokrasi olmak isterdim.

Empyrium-Fossegrim çalalım, bi elin belimde; diğeri sırtımda ritme uyalım isterdim, kokunu duyabileceğim ve sıcaklığını hissedebileceğim… ne güzel. Mükemmel değilsin muhtemelen, ben de değilim(sen mükemmel değilsen Bret Pit hiç değil). Ama uyum sağlamaya çabalamadan tanımak seni, ötekileşmeden; kendimiz olarak bağ kurmak.. her halde arzu edilecek en hoş şeylerden.

Tutup da “Nerdeydi o kadınlar?” deme anlayacağın, her şey iletişim kurmakla oluyor maalesef, çift ya da tek yanlı fark etmez. Eskiden daha az kadın tanıyordu seni daha doğrusu varlığından haberdardı, şimdi ise çok daha fazlası. Kabul ediyorum belki birçoğu görüntün nedeniyle peşinde ama daha fazlasına da birçoğunun fırsatı olmayacak maalesef.

Şimdi seni tanımak güzel olmaz mıydı Mete Horozoğlu? Hem de ne güzel olurdu.

Sevgiyle kal.

3 Mart 2011 Perşembe

Hangi ülkede var böyle bişey?

(DİGİTÜRK NEDEN ŞİKAYET ETTİ?
İşte bu sorunun birinci ağızdan yanıtı:
Diyarbakır 5. Asliye Ceza Mahkemesi'ne başvurarak, Google'ın ücretsiz blog servisi blogspot hakkında 'kapatma kararı' alan Digiturk, yaptığı açıklamada, yayın hakları Lig TV'ye ait olan futbol maçlarını gerekçe gösterdi.

İşte Digiturk'ün açıklaması:

"Tüm kamuoyunun bildiği üzere Digiturk, Türkiye Futbol Federasyonu'nun yaptığı ihale neticesinde yıllık 321 milyon dolar ödeyerek süper toto süper ligi maç yayın haklarını almıştır.

Yayın hakları Digiturk'e ve Lig TV'ye ait olan maçlar, bazı internet siteleri tarafından kanunlar hiçe sayıla
rak yayınlanmaktadır.

Kanunların kurumumuza yüklediği bütün yükümlülükler eksiksiz yerine getirilip içerik ve yer sağlayıcılar defalarca uyarılmasına rağmen internetten illegal yayın yapılmasına son verilmemiştir.,

Son çare olarak yüce Türk mahkemelerine başvurulup illegal yayınları yapan sitelerin verdiği zararın durdurulması talep edilmiştir. Mahkeme yasal olarak her şeyin yapıldığını ve ihlalin hala durdurulmadığını tespit ederek bu sitelere erişimin engellenmesi kararı vermiştir. Bu kararın uygulanması ile birlikte blogspot'ta bazı bloglar'a da erişimde problemler ortaya çıkmış olup, bu problemlerin tek sorumlusu uyarıldığı halde illegal içerikleri yapan sitelerin yayınını ısrarla durdurmayan Google ve Blogspot'tur.

Halkımızdan almış olduğumuz destekle Türk futboluna yaptığımız yatırımlarla birlikte, illegal maç yayınlayan kişi yada kişilerle mücadelemiz devam edecektir. Kamuoyuna saygılarımızla sunulur.") Türk Time'dan alıntıdır.


Adamlara bak! İnternet bu; her şeye tonla para vererek ulaşmıyoruz burdan; oldukça makul(dünyanın en pahalı internet bağlantısı bizde.. neyse) bi fiyata; ne dünya dizilerine; ne dünya futboluna; ne dünya gazetelerine ulaşıyoruz... Adamın kıçı kırık maçları yayınlanmış; erişimi engelletiyo. Sıçarım sizin yaptığınız işe.

Dağılın!