24 Nisan 2020 Cuma

İnstagramda fotoğraf paylaşmak üzerine

Bugün bir durum oldu, sonra kendi kendime konuşup düşünmeye başladım.

Bir fotoğraf paylaşacaktım, altına da "hep siz mi paylaşacaksınız böyle fotoğraflar" diyecektim, ki daha önce demişliğim var. Sonra şunu farkettim, eleştirdiğim şeyi yapmak için çıldırıyorum ve kulbum da hazır, hep siz yapıyorsunuz ben de yapayım bari; hani zordanmış gibi, halbuki hiç değil.

Sonra devam ettim düşüncelerime, takip edip hikayelerini izlediğim insanlar, yalnızlıklarını paylaşıyor. Sabah kahvemizi içelim, bahçemizin çiçekleri, oğlum ister de yapmaz mıyım, şimdi de şu kitabı okuyalım, mooomyyy timeeee... of kilometrelerce devam eder örnekler. Tek başlarına yaşadıkları hayatı bizimle paylaşıyorlar, ve paylaşınca daha da yaşıyormuş gibi hissediyorlar. Birileri gördüğünde, bakın nasıl da yaşıyorumu gösterdikleri için mutlu ve kendilerini kanıtlamış olarak devam ediyorlar.

Daha önce nasıl karşılanıyordu bu ihtiyaç, sosyal medyadan önce? Bunun üzerine düşündüm uzun süre, o zaman nasıl yakalıyorlardı bu biz yaşadık bakın, sizin böyle hayatınız var mı, nasıl da mutluyuz hissini göstermeyi.

Ta taam! Fotoğraf albümleri! Aynı doyumu sağlamadığı kesin ve aynı sosyal çevreye ulaşamadığı.

Şu da bir gerçek, sizi bilmem ama ben biliyorum ki o fotoğrafın kendisi de bir manipülasyon. Sahte canım sahte kısaca. Fotoğrafın kendisi de, altındaki notlar da.

Buna rağmen ben de paylaşmak için o kadar zor tuttum ki kendimi. Belki o saniyelik hisse ihtiyacım vardı, iyiyim bakın deyince belki gerçekten ben de iyi hissedecektim kendimi, ne güzel kahve içiyorum evimin bahçesi de var saçlarım da çok güzel fotoğrafı olacaktı tam ve bunların hepsi belki de sahip olduklarımın farkındalığını arttıracaktı. Nitekim paylaşmadım. Paylaşmama deneyiminin beni nasıl hissettireceğini de merak ettim.

Söyleyeyim, ben çok sık kendimi paylaşmadığım için; paylaşınca tonla yorum alırım, yazar insanlar; onlarla iletişime geçmek, kesin de iltifat alırdım; o iltifatları duymak hoşuma gidecekti, ama hiçbiri olmadı, tatmin edemedim kendimi.

Hadi öperim.
N.

Acımasızca geçip giden hayattan geriye kalan sadece yalnızlıklarımızdır.

"Acımasızca geçen hayattan geriye kalan sadece yalnızlıklarımızdır."

Sagopa kaç yılında çıkardı o albümü bilmiyorum ama bu cümleyi duyduğumdan beri belirli belirsiz aralıklarla beynimde döndürüyorum bu cümleyi.

Beyin, bu kadar tekrar ettikten sonra bu cümleyi GERÇEK kabul etti ve bu sözde gerçekliğe ulaşmak için beni sürekli yalnızlığa sürüklüyor.

Her yerde, her zaman yalnız hissederim kendimi, bir sürü insanın arasında; sevdiğim ya da öylesine bulunduğum kalabalıklarda bile, ki şu korona günlerinde hepsini çok özlüyorum, yalnız başına yalnız kalmak daha zor.

Bu yalnızlık konusunda hep ama hep düşünürüm, düşüncelerim yüzünden yalnız kaldığımı, karakterim yüzünden, tercihlerim, mesleğim, başardıklarım -ki sayılıdırlar-, başarısızlıklarım, fikirlerim, konuşma esnasındaki en ufak fikre katılmamalarım yüzünden. Güzel olmadığımı düşündüğüm için, kıyafetim yüzünden bazen, bazen de sadece burnum yüzünden. Fazlaca yumuşak kalbim, hissettiklerimi söylemekte çektiğim güçlük; kırmak istememek, anlaşılmayacağıma emin olmak ya da konuşmak istememek, hepsi yalnızlığın bir parçası bence.

Ve öyle sadece benim yalnız olduğumu düşünmeyin, herkes yalnız. HERKES. Her konuda ayrılıyoruz gördüğünüz gibi ve tam manasıyla kimse kimsenin yalnızlığını yok edemez.

N.

16 Nisan 2020 Perşembe

Varım, ama olmam gereken yerde değilim.

İstediğiniz mesleği mi yapıyorsunuz, kendinizi uygun bulduğunuz, sevdiğiniz, kendinizi yetiştirmek istediğiniz meslek?
Sevdiğiniz adamla mısınız? Bütün bir ömrü düşündüğünüzde, birbirinize uyumlu şekilde özgürce yaşamınızı sürdürebileceğiniz?
İstediğiniz evde mi yaşıyorsunuz?
Size uygun olduğunu düşündüğünüz şehirde misiniz?
Belki de sadece ülke yanlıştır.

Peki dışarı çıkarken doğru pantolonu mu giydiniz, of içinde en rahatsız olduğunuz. Ne talihsizlik.
Belki de o ayakkabı olmamlıydı.
Burnunuzun şekilini seviyor musunuz? Sizce tam da olması gerektiği gibi mi?
Anneniz sizin istediğiniz anne mi peki?
Anca bu kadar zekaya mı sahip olmak isterdiniz?
Keşke daha çok yaratıcı mı düşünebilseydiniz? O da mı istediğiniz kıvamda değil.
E o arkadaşınız! ister miydiniz onu? Öyle çocukluk, şans gibi etkenlerle mi hayatınızda?
Kalçanızın şekili istediğiniz gibi mi?
Ya da dilinizin kibarlığı?
İsterdiniz değil mi daha güzel olmayı, tam bu kadar değil; biraz daha güzel olabilirdiniz.
Bu akşam istediğiniz yemeği mi yediniz?
Bornozunuz, istediğiniz bornoz mu? Belki yoktur bile alelade bir havlunuz vardır.

Uzun süredir bağlamından koparılmış nesneler hakkında düşünüyordum, geçen gün Özge Ulusoy'un göbek deliğini paylaşıp; Özge Ulusoyun göbek değiliği gibiyim, "Varım, ama olmam gereken yerde değilim" gibi bir cümle kurmuşlar. Bu gördükten sonra bağlamından koparılmış nesnelerin minik bir metni oluştu kafamda ve oturtabildim yapacağım fotoğrafları.

Sizin hayatınız nasıl, herşey olması gerektiği yerde mi?
Pek sanmam da, sormuş olayım dedim.

N.

15 Nisan 2020 Çarşamba

Korona'yı ben mi çağırdım?

980 de doğmuş felsefeci, orta çağ tıp modern filminin kurucusu İbn-i Sina, o yıllarda insandan insana bulaşan salgın hastalıklar için şunu söylemiş; "durgun sular, gömülmeyen çürümüş cesetler, kayan yıldızlar, göktaşları, şiddetli ve sıcak rüzgârlar, yağmursuz fırtına nemliliği gibi hava ve toprak etkenleriyle havanın bozulmasından kaynaklanır" yani doğanın dengesini bozuyorsunuz, yapmayın. 

Goya'nın resminlerini biliyorsunuz, korkunç tablolar var, özellikle İspanya'nın Napoleon tarafından işgalinden sonra, o zamana kadar renkli çalışan Goya, siyah beyaza geçiyor ve, bakmaya bile korkacağınız tablolar çıkıyor meydana. İspanya savaşıyla ilgili tabi bunlar, savaşta gerçekleşenlerle ilgili. kazığa oturtulan insanlar, tecavüz edilen kadınlar ve erkekler, organları parçalanan insanlar, insan etlerini yiyen insanlar. Böyle yazınca canlanmıyor inanın. İğrenç, tiksinti ve korku verici, karabasan gördürür. Belki vebaya takılan kara ölüm ve Goyanın renksiz çalışmaları bir şekilde birleşti beynimde. Nasıl bağdaştırdığımı bilemiyorum, ama tablolara bakarken vebaya da bakıyor gibi hissetmiştim hep; hastalıktan, açlıktan, çaresizlikten delirip birbirlerini parçalayan, aklını yitirmiş insanlar. 

Yakın arkadaşlarımla paylaştım bu hikayeyi, hep şaşırmıştım; 14. yy'da ortaya çıkmış veba. Bir bakteri ürüyor, salgından önce şehirlerde çok miktarda fare ölümleri gerçekleşiyor, farelerin üzerindeki pireler de farelere temas insanlara geçiyor ve bakteriyi insana taşımış oluyorlar. Avrupa nüfusunun üçte biri ölmüş. Venedik'in nüfusu 130.000 iken 70.000 e düşmüş, siz düşünün gerisini. Nasıl diyordum, nasıl engel olamazlar, nasıl bir yolunu bulamazlar! 

Ce ee, işte böyle bulamıyorlarmış. Bu konuda ne kadar düşündüğümü anlatmam mümkün değil, benim onca merakımdan bile göndermiş olabilir evren, al bakalım tatlım, al da gör nasıl oluyormuş diye. 

Şimdi bağlıyorum İbn-i Sina'ya, kimse çinliler yarasa yedi ot yedi çöp yedi demesin, insan evladının varlığı bile doğayı bu kadar kirletmeye yeter iken, sürekli faaliyette olan insan evladının vereceği zararı tahayyül bile edemiyorum. Sürekli çalışan fabrikalardan salınan gazlar; göllere, denizlere bırakılan atıklar; katledilen bitki florası, yerlere attığımız çöplerimiz.. doğaya yaşam alanı bırakmadıktan sonra, ne zannediyorduk; sürekli kendini yenileneceğini mi? Yarasa değil canım olay, sistemini alt üst ettiğimiz doğanın minik bir intikamı. Ancak 14. yy'daki Venedik nüfusu kadar insan gitti, ne ki? Devede kulak. Daha temiz yaşayalım. 

Şimdilerde şu sokağa çıkma yasağı filan panik yaratıyor insanlarda, aylık erzak alıyorlar, marketlerde bazı raflar boş, hep dönüp kafamda Goya tabloları. Kendimce yorum kattığım haliyle yeniden mi yaşanacaklar diye. 

Bağışıklığınızı güçlü tutun.

N.