17 Aralık 2020 Perşembe

Yanlış çocuk öldü

 Birkaç gün önce bir arkadaşla sohbet ederken, sanırım çocukluğun nasıl da travmalarla dolu olduğundan bahsediyorduk. Aklıma şu kendi kendime sonlandırdığım yakın arkadaşlık ilişkim geldi. Anlattım ve neden beni bu kadar etkilediğini bir türlü çözemediğimi de ekledim. O günden beri de kafamda döndürüp duruyorum neden bu kadar zordu, sürekli temas halinde olmamamıza rağmen neden bitmiş olmasını zor kabullendim ve sarsıldım. Sevgi sevecenlik vardı evet ama samimiyetten çok zaman uzak bu ilişkinin bitmiş olmasını kabullenmekte neden bu kadar zorlandım? 

Geliyorum dün geceye. Aşkın celladını okuyorum hala. Tüm sorunlar bir şekilde ölüm korkusuna çıkıyor. "Anne veya babayı ya da çok eski bir arkadaşı kaybetmek çoğu kez geçmişi kaybetmektir: ölen kişi çok eski dönemlerin değerli olaylarının yaşayan tek tanığı olabilir." Hoppalaaa. 

Türkiye'ye 5 yaşında geldim ve ilk gördüğüm yaşıtım insan bu kişiydi. Yani, Varna'yı saymazsak neredeyse yaşamımın başlangıcını temsil ediyor. Heyhat! kendi yaşamımı öldürmüşüm, ya da en azından küçük bir provasını yapmışım, bence küçük de değil oldukça büyük bir prova. 

Tüm gece düşündüm, bir yakın arkadaşım kaldı geriye ve yakına yakın diğer arkadaşlar, hangisini kaybetsem üzülürüm bu kadar? Hiçbiri. Hatta o kadar düşündüm ki en yakın arkadaşımı gördüm rüyamda, kendi ellerimle onu başka kızlara teslim ediyorum arkadaşı olmaları için. 

Ve bu eski yakın arkadaşımı düşündüm, hayatımdaki herşeyimin tanığı, eğlenceli geçen tüm çocukluğum, zor geçen tüm çocukluğum, asi, özgür, maceraperest, güçlü, dayanıklı, sevgi dolu olan o kız çocuğunu o kadar iyi biliyor ki, onun kadar bilen başka hiçkimse yok. Kardeşim, kuzenlerim dahil ve diğer tüm arkadaşlarım, hiçbiri bilmiyor. Ve onunla ilişkimi bitirmeyi çok sevdiğim çocukluğumu terk etmiş, bir başına bırakmış, yok etmiş bir nevi öldürmüş olmakla ilişkilendirmiş ve tüm insanlar gibi ölümden korktuğum için de onu bırakmakta zorlanmış korkunç acılarla kıvranışımın nedenini bir türlü kavrayamamıştım. Ne yapacağımı bilemesem de, artık nedenini biliyorum. 

İşin çok garip de bir yanı var. Onun bu ilişkiyi bitirdiğimden haberi yok, iletişimimiz olduğu gibi devam ediyor, senede birkaç yazışma, gelince görüşme. Değişen HİÇBİR şey yok. Belki buradan da gerçek problemimin onun arkadaşlığı vs değil çocukluğumun terk edilmesini tekrar çıkarabiliriz. 

Öperim.

N.

14 Aralık 2020 Pazartesi

Maske

Her sene hasta olurum ya da iki senede bir ama çok ağır. Yatarım böyle ölü gibi iki gün sonra dirilir hayatıma devam ederim ama o iki gün mutlaka yatak. Sadece tuvalet için, yemek yemek ya da ilaç içmek için çıkarım. 

Home office çalıştığım için, kışın soğuğu, mikroplar, hasta insanlar, aksıran tıksıran bunu yaparken ağızını kapatmaya bile gerek duymayan yaratıklarla pek az haşır neşir olurum. Sergi görmeye inerim Alsancağa, birkaç arkadaşla buluşmaya ya da kitapçıya, haftada bir mutlaka. Allah ne çile, otobüsü ayrı izbanı ayrı, her eve döndüğümde verir veriştiririm, hastaysan dikkat et arkadaşım, suratıma doğru bari öksürme, az nezaket. Bu ağır hasta olmalarım da mutlaka toplu taşımalardan sonradır. Öyle titiz insan değilimdir asla ama toplu taşımada öksüre, hapşıra, burnu aka aka gezenlere de hiç sempatiyle bakamıyorum. 

Yahu bunca senedir uyuz olduğum bir konu bu. Nasıl aklıma gelmez şimdiye kadar maske takmak. 
Maske ya bu kadar basit bir icat. Nasıl aklıma gelmez? Kültürde yoktu, artık var. 

Bundan sonraki hiçbir kış toplu taşımada maskesiz göremeyeceksiniz beni. Geçmiş olsun. Makyajlar da yandı.

7 Aralık 2020 Pazartesi

17 yaşında İzmir'den Urfa'ya nasıl gittiğimin kısa öyküsü hahaha

 Lisenin bittiği yazdayız. Halkoyunları ekibinden hocamız aradı. Salihli ekibiyle urfaya gidilecekmiş festivale, sen de gelir misin dedi. Tabii dedim, peki iki kız daha ayarlayabilir misin ekipten? Tabiki ayarlarım. Tamam dedin ama ailen ne der? İkna ederim hocam. 

Akşam geldi annemle babam. Dedim ki, urfaya gidiyoruz salihli ekibiyle 10 gün. 'Gidiyoruz mu?' dedi babam. Evet babiş. Kahkahalar uçuşuyor sonrasında ciddiyet. Bize sorman gerekmez mi? Sorsam ne olacak ki, ikna ederim ben sizi, ne gerek var niye uğraştırıyorsunuz? İzin vermezsek? Anne noooolur, babiş noooolur yaaa. Gideceğim işte niye böyle yapıyorsunuz? Kahkahalar. 

Giderim ve kapanış. 

Ölüm Hakkında

Metne başlarken önceki metin başlığı gözüme ilişti 'ölüm korkusu' . Buna sonra döneceğim.

Aylin'in armağan ettiği Irvin Yalom'un Aşkın Celladı'nı okuyorum . Neredeyse tüm psikoterapi öykülerinin bağlandığı nokta ölüm korkusu. Kafamda bir metin vardı, dün gece okuduğum bir cümle ile şekli biraz değişti. Terapinin sonu ölüm korkusuna bağlanınca, Yalom hastasına; yeteri kadar yaşamayanların ölüm korkusu yüksektir diyor. Tabiki bir korku olmalı ama kaygıya dönüşmemeli diyor. 

Her yaşımda mutlaka benden büyük birilerinden duyduğum bir cümledir, 'Yaşayabileceğini yaşa; herşey gençlikte.' Haklı mısınız bilemem ama öncelikle toplum buna müsade eden bir yapıda değil. Öyle gençlikte gerçekten içinden geldiği gibi yaşarsan ilk yapacakları şey yaftalamak olur. Bu coğrafya özgür bir cinselliğe açık değil ve olmadığı sürece ' yaşının kıymetini bil.'vs gibi laflar safsata kalıyor. Çünkü gençlik cinselliği öğrenmeyi de içinde barındırıyor. Halbuki bizde bastırılıp, yaşatılmıyor. Bu nedenle de her yer sapık dolu. Şu 'yaşayabildiğini yaşa' diyenlerin de kastettiği gizli yaşa herhalde. :D 

Ölüm korkuma gelelim. Daha önce de düşündüm üzerine, önceleri birşey bırakamamaktan endişe ederdim, üretilmiş bir iş, bir eser. Unutulup gitmek bana çok acımasız gelirdi ve kıyamazdım kendime, birşey yapmalıyım derdim. Sonra baktım koca Dostoyevski, Tolstoy bile günün birinde unutabilir. Sonsuza kadar var olamaz hiç kimse. Her şey bitmeye mahkum. Herkes unutulmaya. Yalnız zaman farkıyla, biri 5 yıl sonra unutulur diğeri 5 bin yıl sonra. Dedim ki kendime, bir eser bırakamamaktan korkma, bak dünyaya sadece şu an 8 MİLYAR insan var, hadi korona 1 buçuk milyonunu eledi; hangi biri hatırlanacak. Kendimi sürüye dahil edince bir rahatladım, kalabalığın arasında kayboldum. Ölüm korkum da kayboldu, daha doğrusu öldükten sonra hatırlanmama korkum. 

Dönem itibariyle nispeten genç olduğum için daha az düşünüyor olma ya da kendime şimdilik uzak hissediyor olmakla beraber, okuduğum öykülerde çok genç insanlar da yoğun şekilde bu korkuyu yaşıyor. Ölme korkusu konusunda daha rahat olmamın nedeni pek çok insana göre gerçekten istediğim gibi yaşamış ve hala yaşıyor olmak. eh eksikler her zaman olur ama büyük ölçüde hakikatten ne istediysem onu yaşadım hep. 

Basit bir eylem gibi dursa da irade isteyen bir iştir, okudum. Küçük yaşımdan beri okullarımdaki insanlarla iletişim gerektiren faaliyetlere hep katıldım. Bu faaliyetlerin de vasıtasıyla ülkenin pek çok şehrini dolaştım, ailemin itirazlarına rağmen. Laf olsun diye itiraz ettiklerini düşünüyorum tabi şu an :D bununla ilgili kısa bir öykümü yazacağım sonra. Hatta bazen sırf gezip görebilmek için kendime bu faaliyet alanlarını özellikle seçtiğimi düşünüyorum, bilinçli olarak değil tabi. Aşık oldum, aşık olundum, güzel ilişkiler de yaşadım, berbat ilişkiler; terk ettim, terk edildim. Ama yaşamaktan kaçmadım, korkmadım. Kötüyse kötü yaşayayım ders olur, yeter ki pasif durmayayım. 60-70 yaşına gelince abartmayayım da :D büyük çoğunluğu dernekçilik yapar ben 2oli yaşlarımda dernekçiliğin içindeydim tonla görevim vardı, koştururdum. Mesleğim de öyle. Sürekli yeni yerler görmeye, keşfetmeye, galeriler, müzeler, şehirler, insanlar, dış dünya ve iç dünyamı keşif için çok uygun bir meslek. 

Hani toplasan içimde ukde kalan az şey vardır. Belki bu nedenle yani gerçekten yaşadığım için daha az ölüm korkusu duyuyorum. 

İlk cümleye döneyim. İyi korkmuyorsun anladık da, bak kaçıncı seferdir ölümden bahsetmişsin. Hayırdır? 


31 Ekim 2020 Cumartesi

Ölüm korkusu

 Ölüm korkusu ne acaip şey. 

Hem herşeyi düşündüğün hem de hiçbirşeyi düşünemediğin bir durum. Evrende aslında yapayalnız olduğunu, ve kocaaa evren için bir düğme kadar kıymetinin olmadığını farkettiğin bir korku. Tüm yaşamının bir anda silindiği, sadece o aciz küçük bedenini yok olmaktan nasıl kurtaracağını düşündüğün bir korku. Eninde sonunda gerçekleşeceğini bildiğin ölümüne fazlaca yaklaşınca ondan nasıl kaçabileceğini çaresizce düşündüğün bir korku. Bu yakınlıkla birlikte gelen boşluk hissi, neredeyse tüm odaklanmaların “hiç düşünce” dedikleri doruğa ulaşabilmek için gereken tek şey olabilir. En azından benim için. 


Yakın zamanda orgazmın küçük ölüm olduğunu öğrendim, o yüzden savaş dönemlerinde sevişmeler fazlalaşıyor belki de, gerçek ölümden önce bi simülasyonunu görelim. Yetmedi bir daha. O da yetmedi bir daha.  


Neyse, izmir’de yaşıyorsanız ve bu gece eve girmeye cesaret edebildiyseniz, ben söylemeyeceğim ne yapacağınızı.

7 Eylül 2020 Pazartesi

Elinde olması meselesi ile ilgili

Bu konu üzerine belli aralıklarla düşünüyorum. Bir amaca, artık o her ne ise ulaştığınızda veya bir nesne ya da kişiyi elde ettiğinizde, Ona ulaşmak için koştuğunuzda aldığınız zevk kayboluyor, onu hayal ederken geçirdiğiniz günler gecelerdeki heyecanın zerresini hissetmiyorsunuz. Halbuki hepimiz biliyoruz, gitse, kaybetsek kıymetli olacak. 

Doyumsuzluk mu bu? Nasıl açıklanabilir, nasıl başa çıkılabilir bununla? Ya da akışına bırakmak ve başa çıkmamak mı gerekir.

Belki de sadece benim yaşadığım birşey. Bir dk, ne zaman bunu düşünsem bir süre sonra kendi kendime gülünç duruma düşerim, koca insanlık! bir ben yaşıyor olamam bunu değil mi? 

Konuyla ilgili düşünüp, heyecan yaratabilecek başka bir şeye mi odaklanmak lazım? Ya da elimizde gördüğümüz nesneyle ilgili onu hala hevesle isteyebileceğimiz bir nokta mı düşünüp bulmalı. Var mı bir yolu?

Hani şöyle diyorlar ilişkiler için, 'elde ettiğinizde heyecanını kaybediyor'. Bunun yaşamdaki diğer tüm olaylara uyarlaması gibi. 



18 Temmuz 2020 Cumartesi

Huysuz Virjin'e

Nasıl olduğunu açıklayamam, ben bile tam olarak hislerimi anlayabilmiş değilim ama o kadar yıkıldım ki Huysuz Virjin'in öldüğüne. 

Baya böyle topluma karşı gelen dişi bir yönümün ölmesi gibi hissettiriyor. Hayır karşı gelen değil, tam da dişiliğin ne olduğunu gösteren yönümün öldüğünü. Kabul edilmemiş, illaki hanım, iyi yürekli, zarif olmaya zorlanmış ve ben hem bunların hepsiyim hem de hiçbiri değilim diyen, sizi ilgilendirmez; siz erkek hegemonyanızla ilgilenin, kendinizin ne olup ne olmadığınız kendi erkekliğiniz ya da, kendinizi ne  addediyorsanız onunla alakadar olun diyen yönün. 

Böyle kalbimde kocaman bir yumruk oluştu öğrendiğimden beri. Türk toplumunun dişi yönü öldü. Erkek cinsiyle nasıl başa çıkacağız şimdi. 

Öperim Virjin.

N.

14 Temmuz 2020 Salı

Tekrar, sleep paralysis

Öksürük tuttu ben de Muratı uyandırmamak için diğer yatak odasına gittim, kıvrıldım pikenin altına uyudum. 

Bir süre sonra çok üşüdüğümü farkettim, pencere açık mı diye düşündüm, tüm perdeler uçuşuyordu çünkü, uyandım. Hah dedim evet herhalde Murat açmış pencereleri, ben de o yüzden üşümüşüm. Kapattım. Tekrar uyudum, uyuduğumda zaten uykuda ve rüyada olduğumu farkettim. 

Defalarca uyanıp Murat'ın yanına gitmeyi düşündüm ama hep daldım tekrar uykuya, bu düşünceler de rüyadaydı, ama o kadar gerçekti ki her seferinde rüyada olduğuma ikna etmem gerekiyordu kendimi. 

Bir ara tekrar uyandım, Muratın yattığı yatak odamızdan çılgın bir rüzgar esiyordu bana doğru. Çok korktum, kalkamadım yatağımdan, dalmışım sonra, dalınca yine rüyada olduğumu gördüm, rüyamda bu yaşadıklarımın rüya olduğuna o kadar şaşırdım ki.

Uyandım, Murat lavabodan çıkmış bana doğru geliyordu, ah canım dayanamadı korkmama; farketti ve yanıma gelir diye düşündüm, hemen sağındaki duvarda da beyaz bir çarşafın içinde bir bebek vardı, sırtı duvara dönük, ona baktı ve çok güzel bir bebek dedi sonra bir anda her yerde bir sürü bebek belirmeye başladı, uyandım zannediyordum, yine rüyadaymışım. 

Uyandım, yataktan kalkıp Murat'ın yanına gitmek istiyordum ama beni tutan bir güç vardı, kesinlikle kalkamıyordum yataktan ama uyanıktım. Hayır yine uyuyordum ve uyurken sleep paralysis yaşadığımı farkettim. Uyku felci yani. Kendimi sadece kımıldatmak için bilinçli bir çaba sarfettim, komik gelebilir ama çok deneyimim var bu konuda ve uyku felci geçirirken zihnin açık olduğunu ve komutlara uyacağını biliyorum. 

UYANDIM. Uyku felci geçirdiğimi en son uyandığımı zannettiğimde anlamış ve defalarca rüya içinde rüya gördüğümü farketmiştim gerçekten uyanınca. 

Şöyle; UYANMA (rüya-uyanma(rüya-uyanma(rüya-uyanma(rüya-uyanma(rüya))))) ,küçük parantezden başlamanız gerek. 

Murat'ın yanına döndüm, güvenli bölgeme. Uyumuşum. 

N.




24 Nisan 2020 Cuma

İnstagramda fotoğraf paylaşmak üzerine

Bugün bir durum oldu, sonra kendi kendime konuşup düşünmeye başladım.

Bir fotoğraf paylaşacaktım, altına da "hep siz mi paylaşacaksınız böyle fotoğraflar" diyecektim, ki daha önce demişliğim var. Sonra şunu farkettim, eleştirdiğim şeyi yapmak için çıldırıyorum ve kulbum da hazır, hep siz yapıyorsunuz ben de yapayım bari; hani zordanmış gibi, halbuki hiç değil.

Sonra devam ettim düşüncelerime, takip edip hikayelerini izlediğim insanlar, yalnızlıklarını paylaşıyor. Sabah kahvemizi içelim, bahçemizin çiçekleri, oğlum ister de yapmaz mıyım, şimdi de şu kitabı okuyalım, mooomyyy timeeee... of kilometrelerce devam eder örnekler. Tek başlarına yaşadıkları hayatı bizimle paylaşıyorlar, ve paylaşınca daha da yaşıyormuş gibi hissediyorlar. Birileri gördüğünde, bakın nasıl da yaşıyorumu gösterdikleri için mutlu ve kendilerini kanıtlamış olarak devam ediyorlar.

Daha önce nasıl karşılanıyordu bu ihtiyaç, sosyal medyadan önce? Bunun üzerine düşündüm uzun süre, o zaman nasıl yakalıyorlardı bu biz yaşadık bakın, sizin böyle hayatınız var mı, nasıl da mutluyuz hissini göstermeyi.

Ta taam! Fotoğraf albümleri! Aynı doyumu sağlamadığı kesin ve aynı sosyal çevreye ulaşamadığı.

Şu da bir gerçek, sizi bilmem ama ben biliyorum ki o fotoğrafın kendisi de bir manipülasyon. Sahte canım sahte kısaca. Fotoğrafın kendisi de, altındaki notlar da.

Buna rağmen ben de paylaşmak için o kadar zor tuttum ki kendimi. Belki o saniyelik hisse ihtiyacım vardı, iyiyim bakın deyince belki gerçekten ben de iyi hissedecektim kendimi, ne güzel kahve içiyorum evimin bahçesi de var saçlarım da çok güzel fotoğrafı olacaktı tam ve bunların hepsi belki de sahip olduklarımın farkındalığını arttıracaktı. Nitekim paylaşmadım. Paylaşmama deneyiminin beni nasıl hissettireceğini de merak ettim.

Söyleyeyim, ben çok sık kendimi paylaşmadığım için; paylaşınca tonla yorum alırım, yazar insanlar; onlarla iletişime geçmek, kesin de iltifat alırdım; o iltifatları duymak hoşuma gidecekti, ama hiçbiri olmadı, tatmin edemedim kendimi.

Hadi öperim.
N.

Acımasızca geçip giden hayattan geriye kalan sadece yalnızlıklarımızdır.

"Acımasızca geçen hayattan geriye kalan sadece yalnızlıklarımızdır."

Sagopa kaç yılında çıkardı o albümü bilmiyorum ama bu cümleyi duyduğumdan beri belirli belirsiz aralıklarla beynimde döndürüyorum bu cümleyi.

Beyin, bu kadar tekrar ettikten sonra bu cümleyi GERÇEK kabul etti ve bu sözde gerçekliğe ulaşmak için beni sürekli yalnızlığa sürüklüyor.

Her yerde, her zaman yalnız hissederim kendimi, bir sürü insanın arasında; sevdiğim ya da öylesine bulunduğum kalabalıklarda bile, ki şu korona günlerinde hepsini çok özlüyorum, yalnız başına yalnız kalmak daha zor.

Bu yalnızlık konusunda hep ama hep düşünürüm, düşüncelerim yüzünden yalnız kaldığımı, karakterim yüzünden, tercihlerim, mesleğim, başardıklarım -ki sayılıdırlar-, başarısızlıklarım, fikirlerim, konuşma esnasındaki en ufak fikre katılmamalarım yüzünden. Güzel olmadığımı düşündüğüm için, kıyafetim yüzünden bazen, bazen de sadece burnum yüzünden. Fazlaca yumuşak kalbim, hissettiklerimi söylemekte çektiğim güçlük; kırmak istememek, anlaşılmayacağıma emin olmak ya da konuşmak istememek, hepsi yalnızlığın bir parçası bence.

Ve öyle sadece benim yalnız olduğumu düşünmeyin, herkes yalnız. HERKES. Her konuda ayrılıyoruz gördüğünüz gibi ve tam manasıyla kimse kimsenin yalnızlığını yok edemez.

N.

16 Nisan 2020 Perşembe

Varım, ama olmam gereken yerde değilim.

İstediğiniz mesleği mi yapıyorsunuz, kendinizi uygun bulduğunuz, sevdiğiniz, kendinizi yetiştirmek istediğiniz meslek?
Sevdiğiniz adamla mısınız? Bütün bir ömrü düşündüğünüzde, birbirinize uyumlu şekilde özgürce yaşamınızı sürdürebileceğiniz?
İstediğiniz evde mi yaşıyorsunuz?
Size uygun olduğunu düşündüğünüz şehirde misiniz?
Belki de sadece ülke yanlıştır.

Peki dışarı çıkarken doğru pantolonu mu giydiniz, of içinde en rahatsız olduğunuz. Ne talihsizlik.
Belki de o ayakkabı olmamlıydı.
Burnunuzun şekilini seviyor musunuz? Sizce tam da olması gerektiği gibi mi?
Anneniz sizin istediğiniz anne mi peki?
Anca bu kadar zekaya mı sahip olmak isterdiniz?
Keşke daha çok yaratıcı mı düşünebilseydiniz? O da mı istediğiniz kıvamda değil.
E o arkadaşınız! ister miydiniz onu? Öyle çocukluk, şans gibi etkenlerle mi hayatınızda?
Kalçanızın şekili istediğiniz gibi mi?
Ya da dilinizin kibarlığı?
İsterdiniz değil mi daha güzel olmayı, tam bu kadar değil; biraz daha güzel olabilirdiniz.
Bu akşam istediğiniz yemeği mi yediniz?
Bornozunuz, istediğiniz bornoz mu? Belki yoktur bile alelade bir havlunuz vardır.

Uzun süredir bağlamından koparılmış nesneler hakkında düşünüyordum, geçen gün Özge Ulusoy'un göbek deliğini paylaşıp; Özge Ulusoyun göbek değiliği gibiyim, "Varım, ama olmam gereken yerde değilim" gibi bir cümle kurmuşlar. Bu gördükten sonra bağlamından koparılmış nesnelerin minik bir metni oluştu kafamda ve oturtabildim yapacağım fotoğrafları.

Sizin hayatınız nasıl, herşey olması gerektiği yerde mi?
Pek sanmam da, sormuş olayım dedim.

N.

15 Nisan 2020 Çarşamba

Korona'yı ben mi çağırdım?

980 de doğmuş felsefeci, orta çağ tıp modern filminin kurucusu İbn-i Sina, o yıllarda insandan insana bulaşan salgın hastalıklar için şunu söylemiş; "durgun sular, gömülmeyen çürümüş cesetler, kayan yıldızlar, göktaşları, şiddetli ve sıcak rüzgârlar, yağmursuz fırtına nemliliği gibi hava ve toprak etkenleriyle havanın bozulmasından kaynaklanır" yani doğanın dengesini bozuyorsunuz, yapmayın. 

Goya'nın resminlerini biliyorsunuz, korkunç tablolar var, özellikle İspanya'nın Napoleon tarafından işgalinden sonra, o zamana kadar renkli çalışan Goya, siyah beyaza geçiyor ve, bakmaya bile korkacağınız tablolar çıkıyor meydana. İspanya savaşıyla ilgili tabi bunlar, savaşta gerçekleşenlerle ilgili. kazığa oturtulan insanlar, tecavüz edilen kadınlar ve erkekler, organları parçalanan insanlar, insan etlerini yiyen insanlar. Böyle yazınca canlanmıyor inanın. İğrenç, tiksinti ve korku verici, karabasan gördürür. Belki vebaya takılan kara ölüm ve Goyanın renksiz çalışmaları bir şekilde birleşti beynimde. Nasıl bağdaştırdığımı bilemiyorum, ama tablolara bakarken vebaya da bakıyor gibi hissetmiştim hep; hastalıktan, açlıktan, çaresizlikten delirip birbirlerini parçalayan, aklını yitirmiş insanlar. 

Yakın arkadaşlarımla paylaştım bu hikayeyi, hep şaşırmıştım; 14. yy'da ortaya çıkmış veba. Bir bakteri ürüyor, salgından önce şehirlerde çok miktarda fare ölümleri gerçekleşiyor, farelerin üzerindeki pireler de farelere temas insanlara geçiyor ve bakteriyi insana taşımış oluyorlar. Avrupa nüfusunun üçte biri ölmüş. Venedik'in nüfusu 130.000 iken 70.000 e düşmüş, siz düşünün gerisini. Nasıl diyordum, nasıl engel olamazlar, nasıl bir yolunu bulamazlar! 

Ce ee, işte böyle bulamıyorlarmış. Bu konuda ne kadar düşündüğümü anlatmam mümkün değil, benim onca merakımdan bile göndermiş olabilir evren, al bakalım tatlım, al da gör nasıl oluyormuş diye. 

Şimdi bağlıyorum İbn-i Sina'ya, kimse çinliler yarasa yedi ot yedi çöp yedi demesin, insan evladının varlığı bile doğayı bu kadar kirletmeye yeter iken, sürekli faaliyette olan insan evladının vereceği zararı tahayyül bile edemiyorum. Sürekli çalışan fabrikalardan salınan gazlar; göllere, denizlere bırakılan atıklar; katledilen bitki florası, yerlere attığımız çöplerimiz.. doğaya yaşam alanı bırakmadıktan sonra, ne zannediyorduk; sürekli kendini yenileneceğini mi? Yarasa değil canım olay, sistemini alt üst ettiğimiz doğanın minik bir intikamı. Ancak 14. yy'daki Venedik nüfusu kadar insan gitti, ne ki? Devede kulak. Daha temiz yaşayalım. 

Şimdilerde şu sokağa çıkma yasağı filan panik yaratıyor insanlarda, aylık erzak alıyorlar, marketlerde bazı raflar boş, hep dönüp kafamda Goya tabloları. Kendimce yorum kattığım haliyle yeniden mi yaşanacaklar diye. 

Bağışıklığınızı güçlü tutun.

N.